SİYASİ İDEOLOJİLER
Hiç kimse dünyayı olduğu gibi görmez. Hepimiz dünyaya
teorilerin, varsayımların ve ön kabullerin perdesinin gerisinden bakarız. Bu
anlamda gözlemleme ve yorumlama, ayrılmaz biçimde birbirine bağlıdır: dünyaya
baktığımızda, aynı zamanda ona bir anlam da yükleriz. Bunun siyaset bilimi
çalışması bakımından önemli sonuçları vardır. Özellikle siyasi araştırmaya
başlarken beraberimizde getirdiğimiz ön kabullerimizin ve faraziyelerimizin
açığa çıkarılması gereğini vurgular. En derin boyutuyla bu ön kabullerin
kökleri, genellikle “siyasi ideolojiler” olarak kavramsallaştırılan daha geniş
siyasi inançlarda veya geleneklerdedir. Bu izmler her biri (liberalizm,
sosyalizm, muhafazakârlık, feminizm, faşizm vd.) ayrı bir entelektüel çerçeve
veya değerler dizisi oluşturur ve her biri bizlere kendi siyasi gerçeklik
anlayışını, kendi dünya görüşünü sunar. Bununla beraber, hem ideolojinin doğası,
hem de iyi veya kötü, siyasi hayattaki rolü hakkında derin bir uzlaşmazlık söz
konusudur.
Siyasî İdeoloji Nedir?
Siyasi analizde göze çarpan en aykırı kavramlardan birisi de
ideolojidir. Her ne kadar günümüzde bu kavramın yansız anlamda kullanılması
yönünde bir meyil varsa da, geliştirilmiş bir sosyal felsefeye veya dünya
görüşüne göndermede bulunması bakımından, geçmişte ideoloji kavramının
ağırlıklı olarak olumsuz veya kötüleyici çağrışımları bulunmaktaydı. İdeoloji
kavramı, kimi zaman eğri büğrü yollardan geçerek ulaştığı kariyeri boyunca,
yaygın olarak rakip inanç veya doktrinleri suçlamak veya eleştirmek için bir
silah olarak kullanıldı. “İdeoloji” kavramı 1796’da Fransız filozof Destutt de
Tracy tarafından icat edildi. Tracy bu kavramı, bilinçli düşünce ve fikirlerin
kaynaklarını açığa çıkarmayı hedefleyen yeni bir fikirler bilimini (ideoloji)
ifade etmek için kullandı. Onun ümidi, ideolojiye er veya geç zooloji veya
biyoloji gibi yerleşik bilimlerle aynı statüyü kazandırmaktı. Ancak kavrama
daha kalıcı bir anlam, on dokuzuncu yüzyılda Karl Marx’ın yazılarıyla yüklendi.
Marx’a göre ideoloji yönetici sınıfın fikirlerine, yani sınıflı sistemi
desteklemeye ve sömürüyü devam ettirmeye katkıda bulunan fikirlere karşılık
geliyordu.
Marksist anlamda ideolojinin tanımlayıcı niteliği, onun
sahteliğindedir: ideoloji, alt sınıfları şaşırtarak ve yanıltarak, tüm sınıflı
toplumların taşıdığı çelişkilerin üzerini örter. Kapitalizm söz konusu
olduğunda, mülk sahibi olan burjuvazinin ideolojisi, sömürülen proletarya
arasında, onların içinde bulundukları sömürüye ilişkin gerçekleri görmelerini
engelleyerek, aldanmayı veya “yanlış bilinci” besler. Bununla beraber Marx tüm
siyasi görüşlerin ideolojik nitelikte olduğuna inanmadı. Sınıf sömürüsünü ve
baskı sürecini ortaya koymaya çalıştığı kendi çalışmasının bilimsel olduğunu
ileri sürdü. Ona göre bilim ile ideoloji, gerçek ile sahtelik arasında açık bir
ayrım yapılabilirdi. Ancak bu fark, Lenin ve Gramsci gibi sonraki Marksistlerin
yazılarında bulanıklaşmaya başladı. Onlar sadece “burjuva ideolojisi” kavramına
değil, “sosyalist ideoloji” veya “proletarya ideolojisi” gibi Marx’ın saçma
bulabileceği kavramlara da atıfta bulundular. Kavramın alternatif kullanımları,
liberaller ve muhafazakârlar tarafından da ilerlettirildi. İki dünya savaşı
arası dönemde totaliter diktatörlüklerin ortaya çıkışı, Karl Popper, J. L.
Talmon ve Hannah Arendt gibi yazarları, ideolojiyi boyun eğme ve itaat sağlayan
bir sosyal denetim aygıtı olarak görmeye yöneltti. Kavramın ağırlıklı olarak
faşizm ve komünizm örneklerine dayalı Soğuk Savaş dönemi liberal kullanımı,
ideolojiyi, bir hakikat tekeli iddiası olan ve muhalif fikirleri ve rakip
inançları hoş görmeyi reddeden “kapalı” bir düşünce sistemi olarak görüyordu.
Buna karşılık, temelde bireysel özgürlüğe bağlı olan liberalizm ile
muhafazakârlık ve demokratik sosyalizm gibi geniş ölçüde liberal ilkelere bağlı
olan doktrinler tam olarak ideoloji değildi. Bu doktrinler, özgür tartışma,
muhalefet ve eleştiriye izin vermeleri, hatta bunlar üzerinde ısrar etmeleri
anlamında “açık” sayılıyordu.
Liberalizm
Siyasi ideolojilere ilişkin
herhangi bir anlatım liberalizmle başlamalıdır. Bunun nedeni liberalizmin
aslında sanayileşmiş Batının ideolojisi olması ve genellikle bir dizi rakip
değer ve inancı kucaklamaya elverişli bir meta-ideoloji olarak tanımlanmasıdır.
Her ne kadar liberalizm on dokuzuncu yüzyılın başlarına kadar tekâmül etmiş bir
siyasi inanç olarak ortaya çıkmamışsa da, liberal teoriler ve ilkeler ondan
önceki üç yüz yıl boyunca tedrici olarak ve farkına varılabilir biçimde
gelişmişti. Liberalizm, feodalizmin yıkılışının ve onun yıkıldığı yerde bir piyasanın
veya kapitalist toplumun gelişmesinin ürünüydü. Erken dönem liberalizmi
kuşkusuz yükselen bir sanayi orta sınıfının arzularını yansıtıyordu ve
liberalizmle kapitalizm ta o zamandan beri yakından bağlantılıydı. En erken
şekliyle liberalizm siyasi bir doktrindi. Anayasal ve -daha sonraları da-
temsili hükümeti savunmak yerine mutlakıyete ve feodal imtiyazlara
saldırıyordu. On dokuzuncu yüzyılın başlarından itibaren laissez faire
kapitalizminin erdemleri olarak ünlenen ve her çeşit hükümet müdahalesini mahkûm
eden ayrı bir yaklaşım olarak liberal iktisadi düşünce gelişti. Bu, klasik
liberalizmin veya on dokuzuncu yüzyıl liberalizminin merkezi teması oldu. Ancak
on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren refah reformunu ve iktisadi
müdahaleyi daha tercihe şayan gören bir çeşit sosyal liberalizm ortaya çıktı.
Bu tür bir vurgu modern, yirminci yüzyıl liberalizminin kendine has bir teması
haline geldi.
Klasik Liberalizm
Klasik liberalizmin merkezi
teması, bireyciliğin en uçtaki biçimine duyulan bağlılıktadır. Beşeri varlıklar
egoist, yalnızca kendi çıkarını gözeten yaratıklar olarak görülür. C. B. Macpherson’un “sahiplenici
bireycilik” olarak kavramsallaştırdığı bu yaklaşımda bireyler, kendi
kişiliklerinin ve kapasitelerinin sahibi olan ve topluma veya diğer bireylere
hiçbir şey verecek olmayan bireyler olarak görülürler. Bu atomist toplum
yaklaşımı, müdahalesizdik veya birey üzerinde dışsal bir zorlamanın yokluğu
anlamındaki “negatif ” özgürlük inancıyla desteklenir. Bu yaklaşımda, devlete
ve tüm biçimleriyle hükümet müdahalesine karşı derin bir soğukkanlılık vardır. Tom
Paine’in ifadesiyle devlet “zorunlu bir kötülüktür”. Devlet, en azından düzeni
ve güvenliği oluşturmak ve sözleşmelerin uygulanmasını sağlaması anlamında
“zorunludur”. Bununla beraber, topluma kolektif bir irade dayatması,
dolayısıyla bireyin hürriyetini ve mesuliyetini limitlemesi anlamında “kötülüktür”.
Bu yüzden klasik liberal idealde devlet, vatandaşın diğer vatandaşların
saldırısından korunması rolüyle sınırlı olduğu minimal veya “gece bekçisi”
devlet olarak kurgulanır. İktisadi liberalizm şeklinde bu konum, serbest piyasa
mekanizmasına duyulan derin bir inançla ve ekonominin en iyi işlemesinin devlet
tarafından kendi haline bırakıldığında gerçekleşebileceği inancıyla
desteklenir. Bu bağlamda laissezfaire
(serbest bırakma) kapitalizmi, refahı teminat altına alan, bireysel
özgürlüğü destekleyen, liyakate göre bireylerin itilasına ve düşüşüne izin
veren ve sosyal adaleti sağlayan bir sistem olarak görülür.
Modern Liberalizm
Modern liberalizm, devlet
müdahalesine daha sempatik bakmasıyla tanımlanır. Aslında ABD’de “liberal”
kavramı sürekli olarak, “minimal” hükümeti değil büyük hükümeti destekleyenleri
ifade etmek için kullanılır. Bu değişiklik, sanayi kapitalizminin sadece yeni
biçimlerde adaletsizlik ürettiğinin ve halk kitlelerini piyasanın kaprislerine
tâbi kıldığının kabul edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşımda özgürlük, aç
kalma özgürlüğünden fazla bir şeyi ifade etmeyebilecek olan, sadece kendi
haline bırakılma anlamına gelmez. Daha ziyade, kişisel gelişimle ve bireyin
başarılı olmasıyla bağlantılıdır; yani bireyin kendisine yeterli hale gelmesini
sağlama yeteneğiyle ve onun kendisini gerçekleştirmeye ulaşmasıyla sağlar.
Bu görüş sosyal liberalizm veya
refah liberalizmi için temel oluşturur. Bu da devlet müdahalesinin
tanınmasıyla, özellikle bireysel varoluşu çürüten sosyal kötülüklerden bireyi
koruyarak özgürlüğü genişletebilecek olan sosyal refah biçimindeki müdahalelerin
tanınmasıyla betimlenir. Bu kötülükler İngiltere’de 1942 yılındaki Beveridge
Raporunda “beş dev” olarak teşhis ediliyordu. Bunlar, fakirlik, cehalet,
işsizlik, bakımsızlık ve hastalıktı. Aynı şekilde modern liberaller,
laissezfaire kapitalizmine ilişkin inançlarını terk ettiler. Bu durum büyük ölçüde J. M. Keynes’in,
büyüme ve refaha sadece yönetilen veya düzenleyen bir kapitalizmle
ulaşılabileceğine ve anahtar iktisadi sorumlulukların devletin eline
bırakılması gerektiğine dair fikirlerinin bir ürünüydü. Bununla birlikte
modern liberallerin kolektif tedbirlere ve hükümet müdahalesine verdikleri
destek daima şartlı olmuştur. Onların kaygısı zayıf ve kırılgan olanın,
gerçekten de kendisine yardım etmeye muktedir olmayanın içinde bulunduğu kötü
durumla ilgilidir. Hedefleri, her şeyden önce bireyleri içinde bulundukları durumun
gerektirdiği mesuliyeti almaya ve kendi ahlaki seçimlerini yapmaya muktedir
kılacak noktaya yükseltmektir. Liberalizmin ilkelerini refah ve yeniden dağıtım
siyasetiyle uzlaştırmaya ilişkin en tesirli modern girişim John Rawls tarafından
gerçekleştirilmiştir.
Muhafazakârlık
Muhafazakâr fikirler ve
doktrinler ilk olarak on sekizinci yüzyılın sonlarında ve on dokuzuncu yüzyılın
başlarında ortaya çıktı. Bunlar, birçok bakımdan Fransız Devriminde ifadesini
bulan büyük ölçekteki iktisadi ve siyasi değişime karşı bir tepki olarak ortaya
çıktılar. Bu anlamda muhafazakârlık Ancien
Regime’e (Eski Rejim) dönmeye ilişkin bir eğilimi ifade ediyordu. Muhafazakârlık
liberalizmin, sosyalizmin ve milliyetçiliğin gelişiminin serbest bıraktığı
baskılara direnmeye çalışarak, gittikçe daha güç durumlara düşen geleneksel
sosyal düzenin savunmasına geçti. Ancak muhafazakâr düşüncedeki bölünmeler en
başından itibaren belliydi.
Kıta Avrupa’sında Joseph de
Maistre gibi düşünürlerin çalışmalarında ifadesini bulan bir muhafazakârlık
türü gelişti. Herhangi bir reform düşüncesini reddeden bu muhafazakârlık,
belirgin bir biçimde eleştirisel ve tepkiseldi. Bununla birlikte ABD ve
İngiltere’de, Edmund Burke’ün “muhafaza
etmek için değişim” fikrinde ifadesini bulan, daha ihtiyatlı, daha esnek ve
sonuçta daha başarılı bir muhafazakârlık türü ortaya çıktı. Bu yaklaşım, on
dokuzuncu yüzyılda muhafazakârların “Tek Ulus” paternalizm sancağı altında bir
sosyal reform davasını üstlenmelerini mümkün kıldı. İngiltere’de bu gelenek
zirve noktasına 1950’lerde Muhafazakâr Parti’nin, savaş sonrası dönemin
düzenini kabul etmesi ve Keynezyen sosyal demokrasinin kendine özgü bir
sürümünü benimsemesiyle ulaştı. Ancak bu tür fikirler, 1970’lerden itibaren
Yeni Sağ’ın ortaya çıkmasıyla birlikte, gittikçe baskı altına alınmaya başlandı.
Yeni Sağ’ın radikal anti devletçi ve anti paternalist muhafazakârlık türü,
ağırlıklı olarak liberal temalara ve değerlere dayandı.
Paternalist Muhafazakârlık
Muhafazakâr düşüncedeki paternalizm,
organizmacılık, hiyerarşi ve ödev gibi ilkelerle tamamen tutarlıdır ve
geleneksel muhafazakârlığın doğal bir sonucu olarak görülebilir. Benjamin
Disraeli’nin erken dönem yazılarında sıkça görülebileceği gibi paternalizm
sağduyu ile ilkenin bir bileşimini oluşturur. İngiltere’nin “iki ulus: Zengin
ve Fakir” olarak ikiye ayrılması tehlikesine dikkat çeken Disraeli, yaygın bir
sosyal devrim korkusunu ifade etmiştir. Bu uyarı, “yukarıdan reformun”
“aşağıdan devrime” kıyasla tercihe şayan olduğunu kabul etmesi gereken
imtiyazlının öz çıkarına bir sesleniştir. Bu mesaj, köklerini noblesse oblige
(asalet ödevi) gibi neofeodal fikirlerde bulan ödev ve sosyal yükümlülük
ilkelerine bir çağrıyla desteklenmektedir. Aslında bu yaklaşımda ödev,
imtiyazın fiyatıdır; muktedir ve mülk sahibi olan, sosyal uyum ve beraberliğe
ilişkin daha geniş menfaatler adına, daha az hali vakti yerinde olana karşı bir
sorumluluğu da miras almaktadır. Tekulus ilkesiyle sonuçlanan, tam bir Tory
duruşu olarak ifade edilebilecek olan ve birbirine bağlı ve istikrarlı bir
hiyerarşi şeklindeki organik bir denge görüşünü ifade eden bu yaklaşım, sosyal
eşitlik idealine fazlaca sıcak bakmaz. Tekulus geleneği, sadece sosyal reforma
yönelik bir eğilimi tecessüm ettirmekle kalmaz; aynı zamanda iktisadi
politikaya ilişkin temelde faydacı bir yaklaşımı da yansıtır. Bu, 1950’lerde İngiltere’de Harold Macmillan,
R. A. Butler ve Ian MacLeod gibi isimlerce benimsenen “orta yol” yaklaşımında
görülebilir. Bu yaklaşım, iktisadi örgütlenmenin iki ideolojik modelinden,
yani bir yandan laissez faire kapitalizminden, diğer yandan ise sosyalizmden ve
merkezi planlamacılıktan kaçınır. Bunlardan ilki, sosyal uyumu imkânsız hale
getiren ve zayıf ve kırılgan olanı cezalandıran bir serbestiyle sonuçlanacağı
temelinde reddedilirken, ikincisi ise yekpare taştan bir devlet direği ortaya
çıkardığından ve her türden bağımsızlık ve teşebbüsü ezdiğinden dolayı
reddedilir. Dolayısıyla çözüm, devletle birey arasındaki dengenin “işe yarayana”
göre faydacı biçimde ayarlanabileceği, piyasa rekabeti ile hükümet
yönetmeliğine bir karışım yatmaktadır (“bencillik içermeyen özel teşebbüs” (H.
Macmillan)). Buna çok benzer sonuçlara, 1945’ten sonra Hıristiyan Demokrasi ilkelerini
benimseyen Kıta Avrupası muhafazakârları tarafından ulaşılmış ve en katı
şekliyle Alman Hıristiyan Demokratlarının (the Christlich Demokratische Union
(CDU)) “sosyal piyasa” felsefesinde ifadesini bulmuştur. Bu felsefe, özel teşebbüs
ve rekabetin erdemlerini yansıttığı ölçüde bir piyasa stratejisidir; ama bu
yolla sağlanan refahın, toplumun daha büyük olan menfaati için kullanılması
gereğine inanması bakımından da sosyaldir.
Yeni Sağ
Yeni Sağ, muhafazakâr düşüncede,
hem 1945 sonrası devlet müdahalesi yönündeki eğilimlere, hem de liberal veya
ilerlemeci sosyal değerlerin yaygınlaşmasına karşı bir tür karşıdevrimle
sonuçlanan bir ayrılışı ifade etmektedir. Yeni Sağ fikirlerin izleri 1970’lere,
savaş sonrası kaydedilen refah patlamasının sona ermesiyle, sosyal çöküşe
ilişkin olarak büyüyen kaygılarla ve otorite kaybıyla kendisini belli eden
Keynezyen sosyal demokrasinin aynı dönemdeki bariz başarısızlığına kadar
götürülebilir. Bu tür fikirler en büyük etkisini İngiltere ve ABD’de gösterdi
ve bu ülkelerde sırasıyla Thatcherizm ve Reaganizm formunda ifadesini buldu.
Bunlar, devlet odaklı örgütlenme biçimlerinden piyasa odaklı olanlara doğru bir
değişime sebebiyet vererek daha geniş, hatta dünya çağında bir etki
oluşturdular. Bununla birlikte Yeni Sağ, genellikle “neoliberalizm” ve
“neomuhafazakârlık” olarak kavramsallaştırılan iki ayrı geleneği nikâhlamaya
ilişkin bir çaba olarak, uyumlu ve sistematik bir felsefe oluşturmaz. Her ne
kadar bu ikisi arasında siyasi ve ideolojik bir gerilim mevcut olsa da, bunlar,
güçlü ama minimal devlet hedefini yani Andrew Gamble’in ifadesiyle “özgür
ekonomi ve güçlü devleti” desteklemede bir araya getirilebilirler.
Neo-liberalizm
Neo-liberalizm, Friedrich Hayek
ve Milton Friedman gibi serbest piyasa iktisatçılarının ve Robert Nozick gibi
filozofların yazılarında geliştirilen klasik siyasi iktisadın güncelleştirilmiş
bir türüdür. Neo-liberalizmin merkezi ilkeleri piyasa ve bireydir. Başlıca
neoliberal hedef ise, regüle edilmeyen piyasa kapitalizminin verimliliği,
büyümeyi ve yaygın refahı beraberinde getireceği inancından Friedrich von Hayek hareketle, “devletin
sınırlarını geri itmek”tir. Bu yaklaşımda devletin “ölü eli” üstünlüğünü
tüketmekte ve teşebbüs gücünü kırmaktadır; hükümet ne kadar iyi niyetli olursa
olsun, beşeri işlerde değişmez biçimde zarar verici etkide bulunmaktadır. Bu,
liberal Yeni Sağ’ın mülkiyet politikasına ilgisinde ve devlet teşebbüsü veya
millileştirmeye karşı özel teşebbüse yönelik tercihinde yansıma bulmaktadır.
Kısacası “özel iyidir; kamu kötü”. Bu tür fikirler, Margaret Thatcher’ın “toplum diye bir şey yoktur; sadece bireyler ve
aileleri vardır” şeklindeki meşhur iddiasında ifadesini bulan katı bir
bireycilikle bağlantılıdır. Dadı devlet, bağımlılık kültürünün kaynağı ve
piyasa ortamındaki tercih özgürlüğü olarak anlaşılan özgürlüğün tahripçisi
olarak görülür. Onun yerine kendine yardıma, bireysel sorumluluğa ve
girişimciliğe duyulan inanç konulur. Bu tür fikirlerin, bazılarınca neoliberal
küreselleşme olarak görülen küreselleşme süreciyle geliştiği yaygın olarak
düşünülmektedir.
Neo-muhafazakârlık
Neo-muhafazakârlık, on dokuzuncu
yüzyılın muhafazakâr sosyal ilkelerini yeniden canlandırmıştır. Muhafazakâr
Yeni Sağ her şeyden önce otoriteyi restore etmeyi ve geleneksel değerlere özellikle
de onlar arasında aile, din ve milletle bağlantılı olanlarına- dönmeyi arzular.
Paylaşılan değerlerin ve ortak bir kültürün sosyal bağlılık ortaya çıkardığına
ve medeni varoluşu mümkün kıldığına inanılırken, otorite de, disiplin ve saygı
ürettiği temelinden hareketle, sosyal istikrarın güvencesi olarak görülür. Bu
bağlamda neo muhafazakârlığın düşmanları, 1960’ların değerlerindeki gibi
düşünmeyi, ben kültünü ve “herkesin kendi işine bakmasını” ifade eden müsamahakârlıktır.
Aslında ABD’de kendisini neo muhafazakâr olarak tanımlayanlardan pek çoğu,
Kennedy-Johnson dönemi ilerlemeci reformlarının ortaya çıkardığı hayal
kırıklığı ortamında büyüyen eski liberallerden oluşur. Neo-muhafazakârlığın
diğer bir durumu, çok kültürlü ve çok dinli toplumların ortaya çıkışını,
bunların çatışma doğurucu ve doğası gereği istikrarsız oldukları gerekçesiyle,
kaygıyla karşılama eğilimidir. Bu yaklaşım aynı zamanda, çok kültürlülükten ve
Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği gibi ulus-üstü organların büyüyen
etkisinden yana şüpheci olan dar bir milliyetçilikle de bağlantılıdır.
Sosyalizm
Sosyalist fikirler on yedinci
yüzyılın “Levellers ve Diggers”ine veya
Thomas More’un Ütopya ’sına veya hatta Platon’un Devlet’ine kadar geriye
götürülebilirse de, sosyalizm on dokuzuncu yüzyılın başlarına kadar, siyasi bir
inanç olarak şekillenmiş değildi. Sosyalizm sanayi kapitalizminin ortaya
çıkışına karşı bir tepki olarak gelişti. Önceleri fabrika üretiminin
yaygınlaşmasının tehdit ettiği esnaf ve zanaatkârların çıkarlarını dile
getirdi; ancak bundan kısa bir süre sonra büyüyen sanayi işçi sınıfıyla, yani
erken sanayileşme döneminin “fabrika yemiyle” bağlantılı hale geldi. İlk
biçimleriyle sosyalizm köktenci, ütopyacı ve devrimci karakter taşımaya eğilimliydi.
Hedefi, piyasa mübadelesine dayalı kapitalist ekonomiyi kaldırmak ve yerine
nitelik bakımından ondan farklı olan ve genellikle ortak mülkiyet ilkesi
üzerine bina edilen sosyalist toplumu koymaktı. Sosyalizmin bu şeklinin en
etkili temsilcisi, fikirleri yirminci yüzyıl komünizmi için temel oluşturan
Karl Marx’tı.
Ancak on dokuzuncu yüzyılın
sonlarından itibaren, çalışma şartlarıyla ücretlerin iyileştirilmesinin ve
sendikalarla sosyalist siyasi partilerin büyümesinin bir sonucu olarak, işçi
sınıfının tedrici olarak kapitalist toplumla bütünleşmesini yansıtan reformist
bir sosyalist gelenek ortaya çıktı. Sosyalizmin bu türü, “parlamenter yolu”
benimseyerek, sosyalizme barışçı, aşamalı ve yasal yoldan geçişin mümkün
olduğunu ilan etti. Reformist sosyalizmin iki kaynağı vardı. İlki, Robert Oven,
Charles Fourier ve William Morris gibi düşünürlerle bağlantılı olan ahlaki
sosyalizmin hümanist geleneğiydi. Diğeri ise, özellikle Eduard Bernstein
tarafından geliştirilen değişimci Marksizm şeklindeydi.
Yirminci yüzyılın büyük bölümünde
sosyalist hareket böylece iki rakip kampa ayrıldı. Lenin ve Bolşevikler
örneğini izleyen devrimci sosyalistler kendilerini komünist olarak
adlandırırken, bir tür anayasal politikayı izleyen reformist sosyalistler,
gittikçe daha fazla sosyal demokrasi olarak adlandırılacak bir yolu
benimsediler. Bu rekabet sadece sosyalizme ulaşmak için en uygun araçların
neler olduğu konusunda değil, aynı zamanda sosyalist hedefin kendisinin
gerçekte ne olduğu konusunda da odaklanıyordu. Sosyal demokratlar ortak
mülkiyet ve planlama gibi fundamentalist ilkelere sırtlarını döndüler ve
sosyalizme refah devleti, yeniden dağıtım ve iktisadi yönetim anlamında yeniden
şekil verdiler. Bununla beraber, sosyalizmin her iki biçimi de yirminci
yüzyılın sonlarında, kimilerini “sosyalizmin ölümünü” ve post sosyalist
toplumun doğuşunu ilan etmeye teşvik eden bir krize girdi. Bu süreçteki en
dramatik hadise, 1989-91 yılları arasındaki doğu Avrupa devrimlerinin
beraberinde getirdiği komünizmin çöküşüydü; ama sosyal demokrasi de geleneksel
ilkeleri bakımından sürekli bir gerileme içindeydi ve bu yüzden bazıları onun
artık modern liberalizmden ayırt edilemediğini öne sürecekti.
Marksizm
Teorik bir sistem olarak
Marksizm, batı kültürüne hâkim olan ve modern dönemdeki entelektüel ilgiyi
belirleyen liberal rasyonalizme karşı başlıca alternatifi teşkil etmiştir.
Siyasi bir güç olarak da uluslararası komünist hareket biçiminde Marksizm, en
azından 1917-91 yılları arasında, batı kapitalizminin başlıca düşmanı olarak
görülmüştür. Bu durum Marksizm’i ele almadaki merkezi bir güçlüğün altını
çizmektedir: Bu, Karl Marx ve Friedrich Engels’in klasik yazılarından gelen bir
sosyal felsefe olarak Marksizm ile birçok bakımdan klasik ilkelerden ayrılan
veya onları revize eden yirminci yüzyıl komünizm olgusu arasındaki
farklılıktır. Dolayısıyla yirminci yüzyılın sonunda komünizmin çöküşü, bir
siyasi ideoloji olarak Marksizmin ölümü olarak alınmamalıdır; bu durum aslında Leninizm’in
ve Stalin’imin kalıntılarından kurtulan Marksizm’e taze bir başlangıç imkânı da
verebilir. Aslında bir ölçüde sorun, Marx’ın kendi yazılarının geniş alanlı ve karmaşık
tabiatlı olmasından ve dolayısıyla onun bazılarınca iktisadi gerekirci, diğer
bazılarınca ise hümanist sosyalist olarak yorumlanmasına imkân vermesinden
kaynaklanmaktadır. Diğer bir ayrım, onun erken dönem yazılarının niteliği ile
sonraki dönem yazılarınınki arasına bir ayrım konularak yapılabilir. Genellikle
bu “genç Marx” ile “olgun Marx” ayrımı şeklinde tasvir edilir. Bununla birlikte
açık olan şudur ki, Marx kapitalizmin köklü bir ahlaki bir eleştirisini yapmış
olmaktan ziyade, sosyal ve tarihi gelişimin asıl doğasını keşfetmekle ilgili
olması anlamında yeni bir sosyalizm türünü, bilimsel sosyalizmi geliştirdiğine
inanıyordu. Marx’ın fikirleri ve teorileri onun ölümünden sonra, büyük ölçüde
onun hayat boyu birlikte çalıştığı Engels’in, Alman sosyalist lider Karl Kautsky’nin ve Georgi Plekhanov’un yazılarıyla
daha geniş bir okuyucu kitlesine ulaştı. Genellikle diyalektik materyalizm
olarak adlandırılan bir Ortodoks Marksizm türü (bu terim Marx tarafından değil,
Plekhanov tarafından icat edilmiştir) ortaya çıktı ve daha sonra Sovyet
komünizminin temeli olarak kullanıldı. Bu “vülger” Marksizm, hiç kuşkusuz mekaniktik
teorilere ve tarihsel determinizme, Marx’ın kendi yazılarındakinden daha güçlü
bir vurgu yaptı.
Ortodoks Komünizm
Marksizm uygulamada ayrılmaz
biçimde Sovyet komünizmine ve özellikle de ilk iki Sovyet lidere, V. I. Lenin’e
ve Joseph Stalin’e bağlıdır. Aslında yirminci yüzyıl komünizmi en iyi Marksizm
Leninizm şeklinde, yani bir dizi Leninist teori ve doktrinle modifiye edilmiş Ortodoks
Marksizm olarak anlaşılabilir. Lenin’in Marksizm’e merkezi katkısı, onun
devrimci veya öncü parti teorisidir. Bu teori Lenin’in, burjuva fikirleri ve
inançları tarafından yanlış yola sevk edilen proletaryanın, kapitalizmi yıkmak
yerine kendi çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirme arzusunu yansıtan
“sendika bilincinin” ötesinde bir şey geliştiremeyeceğinden ve dolayısıyla da
devrimci potansiyelini gerçekleştiremeyeceğinden duyduğu korkuda ifadesini
bulur. Bu nedenle Marksizm’le teçhiz edilmiş öncü bir partinin, “işçi sınıfının
öncüsü” olarak hizmet etmesi gerekiyordu. Bu yeni tür bir parti ola caktı; bir
kitle partisi değil, birbiriyle sıkıca kaynaşmış, ideolojik liderlik yeteneğine
sahip profesyonellerin ve kendisini devrime adamışların partisi olacaktı.
Örgütlenmesi, tartışma özgürlüğü ile faaliyet birliğinin uzlaştırılmasını
öngören demokratik sosyalizm ilkesine dayanacaktı. Lenin’in Bolşevikleri
1917’de Rusya’da iktidara el koyduklarında, proletarya sınıfının çıkarlarına
göre hareket etme iddiasındaki bir öncü parti oluşturdular. Böylece proletarya
diktatörlüğü, uygulamada Komünist Partisi diktatörlüğü oldu (Bolşevik Parti
1918’de kendisini Komünist Partisi olarak isimlendirdi). Bu parti Sovyet tek
parti sisteminde “öncü ve rehber güç” olarak faaliyet gösteriyordu.
Ancak SSCB, 1930’larda Stalin’in
“ikinci devriminden”, 1917 Bolşevik Devrimindekinden çok daha derin biçimde
etkilendi. Sovyet toplumunun yeniden şekillendirilmesinde Stalin Ortodoks bir
komünizm modeli yarattı. Bu model 1945 sonrası Çin, Kuzey Kore ve Küba gibi
ülkelerle, bütün Doğu Avrupa tarafından izlendi. Stalin’in yaptığı
değişiklikler büyük ölçüde onun en önemli ideolojik yeniliğinden, SSCB’nin
herhangi bir uluslararası devrime gerek olmadan “sosyalizmi inşa” edebileceğini
öngören “Tek Ülkede Sosyalizm” doktrininden geliyordu. İktisadi Stalinizm
olarak adlandırılan şey, 1928’de özel teşebbüsün hızlı ve toptan biçimde
kökünün kazınmasına yol açan birinci Beş Yıllık Planın uygulamaya konulmasıyla
başladı. Bunu 1929’da tarımın kolektif eştirilmesi izledi. Tüm kaynaklar
devletin kontrolü altına alındı ve Devlet Planlama Komitesi (Gosplan)
tarafından idare edilen bir merkezi planlama sistemi kuruldu.
Stalin’in yaptığı siyasi
değişiklikler de daha az dramatik değildi. 1930’lar boyunca, Komünist
Partisinde, devlet bürokrasisinde ve orduda, tüm muhalefet ve tartışma
kalıntılarının kökünü kazıyan bir dizi temizlik yapan Stalin, SSCB’yi bir kişi
diktatörlüğüne dönüştürdü. Stalin, sistematik yıldırma, baskı ve terör yoluyla
SSCB’yi aslında totaliter bir diktatörlüğe dönüştürdü. Her ne kadar Ortodoks
komünizmin bu daha gaddar olan yüzü, 1953’te Stalin’in ölümünden sonra devam
etmediyse de, Leninist Partinin asli ilkeleri (hiyerarşik organizasyon ve
disiplin) ve iktisadi Stalinizm (devlet kolektivizasyonu ve merkezi planlama)
reform baskısına karşı inatçı bir biçimde direndi. Bu durum, sadece planlama
sisteminin başarısızlığını sergilemede ve uzun süreden beri baskı altında
tutulan siyasi güçleri serbest bırakmakta başarılı olan Gorbaçov’un perestroyka
reform sürecinde belirgin hale geldi. Nihayet bunlar Sovyet komünizmini
Troçki’nin (Trotsky) çok farklı bir bağlamda söylediği gibi “tarihin çöp
sepetine” gönderdi.
Modern Marksizm
Marksizmin daha karmaşık ve daha
ince bir biçimi Batı Avrupa’da gelişti. Sovyet Marksizm’inin mekaniktik ve
bariz biçimde bilimsel kavrayışlarıyla karşıt biçimde, batı Marksizm’i Hegelyen
fikirlerden ve Marx’ın erken dönem yazılarındaki “yaratıcı insan” üzerine
vurgusundan etkilenme eğilimindeydi. Diğer bir ifadeyle beşeri varlıklar,
sadece gayrişahsi maddi güçler tarafından kontrol edilen kuklalar olarak değil,
tarihin yapıcıları olarak görülüyordu. Ekonomi ile siyaset arasında, hayatın
maddi koşulları ile beşeri varlıkların kendi kaderlerini biçimlendirebilme
kapasiteleri arasında karşılıklı bir ilişkinin varlığında ısrar eden batı
Marksistleri, katı “altyapı-üstyapı” deli gömleğinden ayrılıp
kurtulabiliyorlardı. Bu yüzden onların fikirleri bazen neo Marksist olarak kavramsallaştırılıyordu.
Bu yaklaşım sınıf mücadelesini sosyal analizin başlangıcı ve sonu olarak almaya
karşı bir isteksizliği yansıtıyordu.
Macar Marksist George Lukacs, Marksizm’i
hümanist bir felsefe olarak sunan ilk kişilerdendi. Lukacs, kapitalizmin
işçileri edilgen nesnelere veya piyasada alınıp satılan mallara indirgeyerek
insanlıktan çıkardığı “şeyleştirme” sürecini vurguladı. 1929-35 arasında
yazılan Hapishane Defterleri’nde Antonio Gramsci kapitalizmin sadece iktisadi
baskıyla değil, siyasi ve kültürel faktörlerle de muhafaza edilme düzeyinin
altını çizdi. Gramsci bunu ideolojik “hegemonya” olarak isimlendirdi.
Marksizmin daha açık biçimde Hegelyen şekli, önde gelen üyeleri Theodor Adorno
(1903-69), Max Horkheimer ve Herbert Marcuse olan Fankfurt Okulu tarafından
geliştirildi. Frankfurt teorisyenleri Marksist ekonomi politiğin, Hegelyen
felsefenin ve Freudçu psikolojinin bir karışımı olan ve 1960’larda Yeni Sol
üzerinde ciddi bir etki yapan “eleştirel teoriyi” geliştirdiler. Jurgen
Habermas da Frankfurtçuların sonraki kuşağında yer aldı.
Sosyal Demokrasi
Sosyal demokrasi, klasik
liberalizmin ve fundamentalist sosyalizmin teorik tutarlılığından yoksundur.
Bunlardan ilki piyasaya bağlıyken ve diğeri de ortak mülkiyet davasının
savunucusuyken, sosyal demokrasi piyasa ile devlet ve birey ile topluluk
arasında bir dengeyi savunur. Sosyalizmin kalbinde, bir yandan refah üretmenin
tek güvenilir mekanizması olarak kapitalizmin bir kabulü, diğer yandan refahın
piyasa ilkelerinden çok ahlaki ilkelere göre dağıtılması arzusu arasında bir
uzlaşma bulunmaktadır. Sosyalistler için piyasaya geri dönmek güç ve zaman
zaman acı verici bir süreci ifade ediyordu ve bu süreç ideolojik bir kanaatten
çok pratik koşullar ve seçim avantajları tarafından belirleniyordu. Yirminci
yüzyılın başlarında bu süreç faaliyetteydi ve örneğin Alman Sosyal Demokrat Partisinin (Sozialdemokratische Partei
Deutschlands (SPD)) estirdiği reformizm rüzgârında, özellikle de Eduard
Bernstein gibi değişimci Marksistlerin doğurduğu etkide görülebiliyordu.
SDP’nin 1959’daki Bad Godesburg kongresinde Marksizm resmen terk edildi ve
“mümkün olduğu yerde rekabet, gerekli olduğu yerde planlama” ilkesi benimsendi.
Benzer bir süreç, Marksizmin kesinliğine hiçbir zaman demir atmamış olan etik
veya “hayalî” sosyalistler arasında da ortaya çıktı. Örneğin baştan beri
“tedriciliğin kaçınılmazlığı” inancına bağlı olan İngiliz İşçi Partisi de
1950’lerden itibaren, savunduğu sosyalizme millileştirmeden ziyade eşitlik
anlamında yeniden şekil verdi (Crosland 1956). Modern sosyal demokrat
düşüncenin başlıca özelliği, haksızlığa uğrayana, zayıf ve kırılgan olana
ilişkin kaygısıdır. Bununla birlikte sosyal demokraside, onu sosyalist
gelenekle sınırlandırmayı mümkün kılmayan bir duyarlılık da vardır. Onda acıma
ve ortak insanlığa sosyalist inanç, pozitif özgürlüğe ve fırsat eşitliğine
liberal bağlılık ve hatta babaya ait bir sorumluluk ve ilgiyle muhafazakâr
duyarlılığı görmek mümkündür.
Sosyal demokrasi, kaynakları ne
olursa olsun, genellikle refah devletçiliği, yeniden dağıtım ve sosyal adalet
gibi ilkeler temelinde ifadesini bulur. İkinci Dünya Savaşı sonrası ilk
dönemlerde yaygın biçimde kabul edilen biçimiyle Keynezyen sosyal demokrasi,
devlet müdahaleciliği yoluyla kapitalizmi “insanileştirmeye” ilişkin somut bir
arzuyla birleşiyordu. Keynezyen iktisat politikalarının tam istihdamı
sağlayacağına, karma ekonominin hükümetin iktisadi faaliyeti regüle etmesine
katkıda bulunabileceğine ve artan oranlı vergiler yoluyla finanse edilen geniş
kapsamlı refah tedbirlerinin, zengin ile fakir arasındaki mesafeyi
daraltabileceğine inanılıyordu. Bununla birlikte azalan ekonomik büyüme ile en
azından ilerlemiş sanayi toplumlarında “halinden memnun çoğunluğun” ortaya
çıkışı, ilave bir yenilenme sürecini de beraberinde getirdi. Sosyal
demokrasinin sosyalist karakteri uzun zamandır birçok bakımdan sorgulanıyordu.
Örneğin bazı sosyalistler, “sosyal demokrasi” kavramını ilkesiz uzlaşma ve
hatta ihaneti ifade eden kötü anlamlarda kullandılar. Anthony Crosland gibi
diğer başkaları ise sosyalistlerin değişen tarihi gerçeklerle uzlaşması
gerektiğini ileri sürdüler ve John Rawls gibi liberal teorisyenlerin
fikirlerinden etkilenilmesinden memnun oldular. Ancak 1980’lerde ve 1990’larda
sosyal demokrasi daha bariz bir biçimde geriledi. Bunun birçok sebebi vardı. İlk
olarak, sınıf yapısındaki değişim ve özellikle de profesyonel ve bürokratik
mesleklerin büyümesi, geleneksel işçi sınıfının çıkarları odaklı sosyal
demokrat siyasaların artık seçim başarısı bakımından geçerli olmadığı anlamına
geliyordu. İkinci olarak küreselleşme Keynezyenizm gibi iktisadi yönetimin
özellikle tüm ulusal biçimlerini gereksiz hale getirmiş olarak göründü. Üçüncü
olarak, millileştirilmiş sanayiler ve iktisadi planlama, en azından gelişmiş
ülkelerde verimsizliğini ispatladı. Dördüncü olarak, komünizmin çöküşü, sadece
devlet kolektif eştirmesinin değil, tüm “yukarıdan aşağıya” sosyalist
modellerin entelektüel ve ideolojik inanılırlığının altını oydu. Bu bağlamda
siyasetçiler ve siyasi düşünürler için ideolojik bir “üçüncü yol” fikrini
benimsemek, gittikçe daha fazla moda olmaya başladı.
Üçüncü Yol
“Üçüncü yol”, muğlak bir
kavramdır ve farklı yorumları mevcuttur. Çünkü üçüncü yol, modern liberalizmi, tek
ulus muhafazakârlığını ve modernize edilmiş sosyal demokrasiyi de içine alan
farklı ideolojik geleneklere dayanır. Farklı ülkelerde, ABD’de Yeni
Demokratları ve Bill Clinton’u, İngiltere’de Yeni İşçi Partisini ve Tony
Blair’i olduğu kadar, Almanya, Hollanda, İtalya ve Yeni Zelanda gibi ülkelerde
ortaya çıkanları da içine alan farklı üçüncü yol projeleri de geliştirilmiştir.
Bununla birlikte, üçüncü yol temalarının belirli ortak özellikleri teşhis
edilebilir. Bunlardan ilki, sosyalizmin veya en azından onun “yukarıdan aşağıya”
devlet müdahaleciliği biçiminin öldüğüdür; yani İngiltere’de İşçi Partisi
tüzüğünün 1995’de yeniden yazılan ve “dinamik piyasa ekonomisine” atıfta
bulunan 4. Maddesinde ifade edilene alternatif yoktur. Buna, küreselleşmenin
genel bir kabulü ile kapitalizmin enformasyon teknolojisi ne, bireysel hünere
ve işgücü ve girişim esnekliğine öncelikli bir yer veren “bilgi ekonomisine”
dönüştüğü inancı eşlik etmiştir. Üçüncü yol politikasının ikinci boyutu ise,
neo liberalizme karşıt biçimde, hükümetin hayati bir iktisadi ve sosyal role
sahip olduğunun tanınmasıdır. Bununla birlikte bu rol, eğitim ve maharetin
geliştirilmesi yoluyla uluslararası rekabet gücünün teşvik edilmesi ile piyasa
kapitalizminin yarattığı baskıyı kontrol altına almak için cemaatlerin ve sivil
toplumun güçlendirilmesi amacına odaklanmıştır. Bu anlamda üçüncü yol duruşu,
liberal komünteryenizmin bir formudur; onun “yeni bireyciliği” bir yandan
haklar ile girişimcilik, diğer yandan sosyal ödev ile ahlaki sorumluluk
arasında bir denge kurmak ister. Üçüncü yol politikasının son boyutu, onun
eşitleştirmenin bir biçimi olarak görülebilecek olan sosyalist eşitlikçilikle
bağlarını koparması ve onun yerine liberal fırsat eşitliği ve meritokrasi
ilkelerini benimsemesidir. Üçüncü yol siyasetçileri genellikle refah reformunu
desteklerler. Hem neo liberallerin “kendi ayaklarının üstünde dur” ısrarını,
hem de sosyal demokratların “beşikten mezara” refah devleti bağlılıklarını
dinlemeyerek, temelde modern liberal bir inanç olan “insanlara yardım et ki
onlar kendilerine yardım etsinler” veya Clinton’un insanlara “dağıtma,
ellerinden tut” yaklaşımını benimserler. Bu onları “workfare state” dedikleri
şeyi, yani çalışmak isteyen ve kendisine güvenen bireylere fayda veya eğitim
anlamında şartlı olarak verilen hükümet desteğini desteklemeye yöneltir. Öte
yandan üçüncü yolun eleştirisi, onun aynı anda hem piyasanın dinamizmini
destekleyip hem de piyasanın doğurduğu sosyal bölünmeye karşı uyarması
bakımından çelişkili olduğu ve merkez sol projeden uzaklaşıp sağa doğru bir
değişim anlamına geldiği yönünde eleştirilmiştir. Üçüncü yol, örneğin
neoliberal çerçeveyi benimsediği, özellikle küresel kapitalizmi desteklediği ve
komünteryenlerin aileyi güçlendirme ve “kaba” kanun ve düzen politikasından
yana olma talebinde somutlaşan otoriteryenizme kaymayı savunduğu gerekçesiyle mahkûm
edilmiştir.
Faşizm
Liberalizm, muhafazakârlık ve
sosyalizm on dokuzuncu yüzyıl ideolojileriyken, faşizm yirminci yüzyılın
çocuğudur. Bazıları onun özellikle iki savaş arası dönemin bir görüngü olduğunu
söylerler. Her ne kadar faşist inançların kökleri on dokuzuncu yüzyılın
sonlarına kadar geriye götürülebilirse de, bu fikirler Birinci Dünya Savaşı ve
sonrasında; bu süreci karakterize eden devrimlerle savaşın etkili bir karışımıyla
bütünleşmiş ve şekillenmiştir. Faşizmin belli başlı iki ifadesi, 1922-43
yıllarındaki İtalya’da Mussolini’nin Faşist diktatörlüğü ve 1933-45
yıllarındaki Almanya’da Hitler’in Nazi diktatörlüğüdür. Neofaşizm ve Neonazizm
formlarının yeniden su yüzüne çıkışı, yirminci yüzyılın son yıllarındadır ve
avantajı, iktisadi krizler ile komünizmin çöküşünü izleyen siyasi
istikrarsızlığın birleşmiş olmasıdır.
Birçok bakımdan faşizm, Fransız
Devriminden bu yana batı siyasi düşüncesinde hâkim olan fikirlere ve değerlere
karşı bir isyanı ifade ediyordu; bir İtalyan Faşist sloganı “1789 öldü”
diyordu. Rasyonalizm, ilerleme, özgürlük ve eşitlik gibi değerler, mücadele,
liderlik, iktidar, kahramanlık ve savaş adına alaşağı ediliyordu. Bu anlamda
faşizmin bir “anti karakteri” vardır. Büyük ölçüde karşıtı olduğu şeylerle
tanımlanır: o antikapitalizmin, anti liberalizmin, anti bireyciliğin,
anti-komünizmin vd. bir şeklidir.
Bununla birlikte bütün bir
faşizmi ifade eden merkezi bir tema, organik olarak birleşmiş ulusal bir
topluluk imgesidir. Bu onun “birlik yoluyla güçlülük” inancında ifadesini
bulur. Sözlük anlamıyla alındığında birey hiçbir şeydir; bireysel kimlik
topluluğunki veya sosyal grubunki tarafından tamamen soğurma edilmelidir.
Faşist ideal, ödev, şeref ve kendini feda etme duygusuyla güdülenen, hayatını
ulusunun veya ırkının şanına adamaya hazır ve en yüce lidere sorgusuz sualsiz bir
itaatle bağlı “yeni insanın”, bir kahramanın idealidir. Bununla birlikte tüm
faşistler birbirinin aynı değildir. İtalyan Faşizmi, devletçiliğin, temelde
“totaliter” bir devlete sorgusuz sualsiz bir saygıya ve mutlak sadakate dayalı
olan aşırı bir şekliydi. Faşist filozof Gentile bunu şöyle ifade ediyordu: “her
şey devlet için; hiçbir şey devlete karşı değil; hiçbir şey devletin dışında
değil”. Öte yandan Alman Nasyonel Sosyalizmi ise geniş ölçüde ırkçılık temeli
üzerine inşa edilmişti. Onun iki merkezi teması, Aryanizm (Alman halkının “üstün
ırktan” olduğu ve dünyaya hâkim olmasının mukadder olduğu inancı) ve Yahudileri
doğası gereği kötü olarak betimleyen ve onların kökünü kazımayı amaçlayan antisemitizmin
şiddetli bir biçimidir. Bu inanç daha sonra “Nihai Çözümde” ifadesini bulmuştur.
Anarşizm
Siyasi ideolojiler arasında
anarşizm, ulusal düzeyde bile hiçbir anarşist partinin iktidara gelmeyi başarmamış
olması anlamında, alışılmış bir siyasi ideoloji değildir. Bununla birlikte
anarşist hareket, örneğin İspanya, Fransa, Rusya ve Meksika’da, yirminci
yüzyılın ilk dönemi boyunca güçlüydü ve anarşist fikirler, kanunun, hükümetin
veya devletin yararlı veya vazgeçilmez olduğu türünden klasik fikirlere meydan
okuyarak, siyasi tartışmayı daha verimli hale getirdiler. Anarşizmin merkezi teması,
siyasi otoritenin tüm şekilleriyle, özellikle de devlet şekliyle, hem kötü hem de
gereksiz (anarşinin kelime anlamı “yönetimin olmamasıdır”) olduğudur. Bununla
birlikte, özgür bireylerin kendiişlerini gönüllü sözleşmeler ve işbirliği
yoluyla kendilerinin idare edebileceği devletsiz bir toplum yönündeki anarşist
tercih, iki rakip gelenek temelinde geliştirilmiştir: liberal bireycilik ve
sosyalist komünteryenizm. Dolayısıyla anarşizm, liberalizm ile sosyalizm
arasındaki bir kesişme noktası; “ultra liberalizmin” ve “ultra sosyalizmin” bir
formu olarak düşünülebilir.
Devlete karşı liberal yaklaşım,
bireycilik ve özgürlük ile tercih üzerine temellendirilmiştir. Liberallerden
farklı olarak William Godwin gibi bireyci anarşistler, özgür ve rasyonel
insanların kendiişlerini barışçı ve kendiliğinden bir süreç içinde idare
edebileceklerine ve hükümetin istenmeyen türden bir zorlamayı ifade ettiğine
inandılar. Modern bireyciler, devlet otoritesinin yokluğunda toplumun kendi
kendisini nasıl düzenleyebileceğini açıklamak için genellikle piyasaya bakarlar
ve serbest piyasa ekonomisinin bir formu olan bir tür anarkokapitalizm modeli
geliştirirler. Ancak daha yaygın olarak tanınan anarşist gelenek, topluluk,
işbirliği, eşitlik ve ortak mülkiyet gibi sosyalist fikirlere dayanır. Bu
bağlamda kolektivist anarşistler, bizim sosyal, toplu halde yaşamayı seven ve
temelde işbirliğine elverişli tabiatımızdan gelen sosyal dayanışmaya ilişkin
beşeri kapasitemize vurgu yaparlar. Bu temelden hareketle, örneğin Fransız
anarşist Pierre Joseph Proudhon, bağımsız köylülerin, esnaf ve zanaatkârların
oluşturdukları küçük toplulukların, kapitalizmin adaletsizliğinden ve
sömürüsünden kaçınarak, adil ve eşit bir mübadele sistemini kullanarak kendi
hayatlarını yönetebilecekleri inancını yansıtan, ortakçılık (mutualism) olarak
adlandırdığı bir model önermiştir. Rus Peter Kropotkin gibi diğer anarşistler
ise temel ilkeleri ortak mülkiyet, âdemi merkeziyetçilik ve kendi kendini
yönetim olan bir anarkokomünizm formu geliştirdi.
Feminizm
Toplumlarda feminist taleplerin
ifadesini bulmasının tarihi Eski Çin’e kadar geriye götürülebilirse de, bu
talepler Mary Wollstonecraft’ın Kadın Haklarının Bir Müdafaasına kadar
geliştirilmiş bir siyasi teori tarafından desteklenmemiştir. Esasen, 1840’lar
ve 1850’lerde kadınların oy hakkı hareketinin “ilk dalga feminizm” adı altında
ortaya çıkışına kadar feminist fikirler geniş kitlelere ulaşmış değildi.
Yirminci yüzyılın başlarında, batılı ülkelerin çoğunda kadınlara oy hakkı
hareketinin başarıya ulaşması, kadın hareketini başlangıçtaki amacından ve
örgütleyici ilkesinden yoksun bırakmıştır. Ancak 1960’larda “ikinci dalga
feminizm” ortaya çıktı. Bu yıllarda, büyüyen Kadının Özgürlük Hareketi’nin
(WLM) talepleri daha radikal, hatta kimi zaman devrimciydi. Feminist teori ve
doktrinler birbirinden farklıydı; ama onların ortak özelliği, hangi yolla
olursa olsun, kadının sosyal rolünü geliştirmeye ilişkin ortak arzularıydı.
Dolayısıyla feminizmin başlıca temaları, ilk olarak, toplumun cinsel veya
toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle karakterize edilebileceği; ikinci olarak ise,
erkek iktidarını yansıtan bu yapının yıkılabileceği ve yıkılması gerektiğiydi.
Birbiriyle çelişen en azından üç
feminist gelenek teşhis edilebilir. Wollstonecraft ve Betty Friedan gibi
liberal feministler, kadının ikinci planda olmasını, toplumda hakların ve
fırsatların eşitsiz dağıtılmasıyla açıklama eğilimindeydiler. Bu “eşit haklar
feminizmi” temelde reformisttir. Bu hareket, “özel” veya ev içi hayatı yeniden
düzenleme amacından çok “kamusal” alanın reformuyla, yani kadının hukuki ve
siyasi statüsünün yükseltilmesi ve onların eğitim ve kariyer durumlarının
geliştirilmesiyle ilgiliydi. Buna karşılık sosyalist feministler, kadınların
örneğin ev içi emekte erkek işçilerin yükünü hafiflettikleri, kapitalist işçi
nesillerini yetiştirdikleri, eğitimlerine yardımcı oldukları ve emek ordusunun
yedek kuvvetleri olarak faaliyet gösterdikleri bir yer olarak aile veya ev
hayatıyla sınırlandırılmıştır. İktisadi önemine dikkat çekerek, genellikle
kadının ikinci planda olmasıyla kapitalist üretim biçimi arasındaki bağlantıya
vurgu yapıyorlardı.
Ancak ikinci dalga feminizmin
ayırıcı vasfı, geleneksel siyasi doktrinlerden gelmeyen bir feminist
eleştirinin ortaya çıkışının, özellikle de radikal feminizmin bir ürünü olmasıdır.
Radikal feministler, toplumsal cinsiyet ayrımının toplumdaki en temel ve en
önemli bölünmeyi ifade ettiğine inandılar. Onların gözünde, tarihi ve çağdaş
tüm toplumlar patriarşi ve Kate Millet’in ifadeleriyle, “nüfusun yarısı olan
kadınların diğer yarısı olan erkekler tarafından denetim altında tutulduğu”
kurumlarla nitelenebilirdi. Bu yüzden radikal feministler, cinsel bir devrime,
özellikle şahsi, ev içi ve aileyle ilgili hayatı yeniden yapılandıracak bir
devrime ihtiyaç olduğunu ilan ettiler. Bu bağlamda radikal feminizmin ayırıcı
sloganı “şahsi olan siyasidir” şeklindedir. Ancak radikal feminizmin sadece
aşırı biçimi erkeği bir “düşman” olarak tasvir eder ve kadının erkek
toplumundan çekilmesine ve kimi zaman siyasi lezbiyenlikle ifadesini bulan bir
duruşa ihtiyaç olduğunu ilan eder.
Çevrecilik
Çevrecilik genellikle yirminci
yüzyılın sonlarındaki çevreyle ilgili veya Yeşil hareketin ortaya çıkışıyla
bağlantılı yeni bir ideoloji olarak görülse de, köklerini on dokuzuncu yüzyılın
sanayileşmeye karşı isyanına kadar geriye götürmek mümkün- dür. Bu bağlamda
çevrecilik, iktisadi gelişimin artan hızının doğal dünyaya verdiği zarara
ilişkin kaygıyı (nükleer teknolojinin, asit yağmurlarının, ozon tabakasının
delinmesinin, küresel ısınmanın vs. ortaya çıkmasıyla yirminci yüzyılın ikinci
yarısında şiddetlenmiştir) ve beşeri varoluşun gücünü kaybetmesinden ve sonuçta
insan türünün varlığını devam ettirebilmesinden yana bir endişeyi
yansıtmaktadır. Bu tür endişeler kimi zaman geleneksel ideolojiler vasıtasıyla
da ifade edilir. Örneğin eko sosyalizm çevre tahribatını kapitalizmin doymak
bilmez kâr hırsıyla açıklamaktadır. Eko muhafazakârlık, muhafaza davasını
geleneksel değerleri ve yerleşik kurumları koruma arzusuna bağlar. Eko feminizm
ise çevreyle ilgili krizin kaynağını, erkeklerin doğal süreçlere ve doğal
dünyaya karşı kadınlara göre daha az duyarlı olmaları durumunu yansıtan erkek
iktidarı sistemine bağlar.
Ancak çevreciliğe radikal
keskinliğini veren, onun diğer tüm ideolojilerden adapte edilen antroposentrik
veya insan-merkezli duruşa bir alternatif sun-muş olduğu gerçeğidir; çevrecilik
doğal dünyaya, sadece beşeri ihtiyaçları tatmin etmeye uygun bir kaynak gözüyle
bakmaz. Çevrecilik veya onun bazı taraftarları, çevre biliminin önemini
vurgulayarak, ekolojizm insan türünü doğanın sadece bir parçası olarak
vasıflandıran, kendi ifadeleriyle, ekosentrik bir dünya görüşü geliştirirler.
Bu alandaki en etkili teorilerden birisi, James Lovelock tarafından
geliştirilen Gaia hipotezidir. Bu hipotez, bir gezegen olarak dünyayı her
şeyden önce kendi canlılığını koruma endişesi taşıyan yaşayan bir organizma
olarak tasvir eder. Başkaları ise, Taoizm veya Zen Budizm gibi hayatın
tekliğini vurgulayan doğu dinlerine bir sempatiyi ifade ederler. “Yüzeysel”
ekolojistler veya “açık Yeşiller” gibi bazı çevreci baskı gruplarına göre, öz
çıkara ve sağduyuya yönelik bir çağrı, insanoğlunu çevreyle ilgili bakımdan
güçlü siyasaları ve hayat tarzlarını benimsemeye ikna edecektir. Diğer yandan
“Derin” ekolojistler veya “koyu Yeşiller” ise, siyasi önceliklerin radikal bir
şekilde yeniden düzenlemesinin ve ekosistemin çıkarlarına tek tek türlerin
çıkarları karşısında öncelik verme iradesinin dışında hiç bir şeyin
gezegenimizin ve insanlığın devamını sağlayamayacağında ısrarlıdırlar. Her iki
grubun üyeleri de 1970’lerden beri Almanya, Avusturya ve Avrupa’nın diğer
yerlerine yayılmış olan “zıt” Yeşil partilerin içinde bulunmaktadır.
Yorumlar
Yorum Gönder