Ana içeriğe atla

SİYASİ İDEOLOJİLER


SİYASİ İDEOLOJİLER

Hiç kimse dünyayı olduğu gibi görmez. Hepimiz dünyaya teorilerin, varsayımların ve ön kabullerin perdesinin gerisinden bakarız. Bu anlamda gözlemleme ve yorumlama, ayrılmaz biçimde birbirine bağlıdır: dünyaya baktığımızda, aynı zamanda ona bir anlam da yükleriz. Bunun siyaset bilimi çalışması bakımından önemli sonuçları vardır. Özellikle siyasi araştırmaya başlarken beraberimizde getirdiğimiz ön kabullerimizin ve faraziyelerimizin açığa çıkarılması gereğini vurgular. En derin boyutuyla bu ön kabullerin kökleri, genellikle “siyasi ideolojiler” olarak kavramsallaştırılan daha geniş siyasi inançlarda veya geleneklerdedir. Bu izmler her biri (liberalizm, sosyalizm, muhafazakârlık, feminizm, faşizm vd.) ayrı bir entelektüel çerçeve veya değerler dizisi oluşturur ve her biri bizlere kendi siyasi gerçeklik anlayışını, kendi dünya görüşünü sunar. Bununla beraber, hem ideolojinin doğası, hem de iyi veya kötü, siyasi hayattaki rolü hakkında derin bir uzlaşmazlık söz konusudur.

Siyasî İdeoloji Nedir?

Siyasi analizde göze çarpan en aykırı kavramlardan birisi de ideolojidir. Her ne kadar günümüzde bu kavramın yansız anlamda kullanılması yönünde bir meyil varsa da, geliştirilmiş bir sosyal felsefeye veya dünya görüşüne göndermede bulunması bakımından, geçmişte ideoloji kavramının ağırlıklı olarak olumsuz veya kötüleyici çağrışımları bulunmaktaydı. İdeoloji kavramı, kimi zaman eğri büğrü yollardan geçerek ulaştığı kariyeri boyunca, yaygın olarak rakip inanç veya doktrinleri suçlamak veya eleştirmek için bir silah olarak kullanıldı. “İdeoloji” kavramı 1796’da Fransız filozof Destutt de Tracy tarafından icat edildi. Tracy bu kavramı, bilinçli düşünce ve fikirlerin kaynaklarını açığa çıkarmayı hedefleyen yeni bir fikirler bilimini (ideoloji) ifade etmek için kullandı. Onun ümidi, ideolojiye er veya geç zooloji veya biyoloji gibi yerleşik bilimlerle aynı statüyü kazandırmaktı. Ancak kavrama daha kalıcı bir anlam, on dokuzuncu yüzyılda Karl Marx’ın yazılarıyla yüklendi. Marx’a göre ideoloji yönetici sınıfın fikirlerine, yani sınıflı sistemi desteklemeye ve sömürüyü devam ettirmeye katkıda bulunan fikirlere karşılık geliyordu.
Marksist anlamda ideolojinin tanımlayıcı niteliği, onun sahteliğindedir: ideoloji, alt sınıfları şaşırtarak ve yanıltarak, tüm sınıflı toplumların taşıdığı çelişkilerin üzerini örter. Kapitalizm söz konusu olduğunda, mülk sahibi olan burjuvazinin ideolojisi, sömürülen proletarya arasında, onların içinde bulundukları sömürüye ilişkin gerçekleri görmelerini engelleyerek, aldanmayı veya “yanlış bilinci” besler. Bununla beraber Marx tüm siyasi görüşlerin ideolojik nitelikte olduğuna inanmadı. Sınıf sömürüsünü ve baskı sürecini ortaya koymaya çalıştığı kendi çalışmasının bilimsel olduğunu ileri sürdü. Ona göre bilim ile ideoloji, gerçek ile sahtelik arasında açık bir ayrım yapılabilirdi. Ancak bu fark, Lenin ve Gramsci gibi sonraki Marksistlerin yazılarında bulanıklaşmaya başladı. Onlar sadece “burjuva ideolojisi” kavramına değil, “sosyalist ideoloji” veya “proletarya ideolojisi” gibi Marx’ın saçma bulabileceği kavramlara da atıfta bulundular. Kavramın alternatif kullanımları, liberaller ve muhafazakârlar tarafından da ilerlettirildi. İki dünya savaşı arası dönemde totaliter diktatörlüklerin ortaya çıkışı, Karl Popper, J. L. Talmon ve Hannah Arendt gibi yazarları, ideolojiyi boyun eğme ve itaat sağlayan bir sosyal denetim aygıtı olarak görmeye yöneltti. Kavramın ağırlıklı olarak faşizm ve komünizm örneklerine dayalı Soğuk Savaş dönemi liberal kullanımı, ideolojiyi, bir hakikat tekeli iddiası olan ve muhalif fikirleri ve rakip inançları hoş görmeyi reddeden “kapalı” bir düşünce sistemi olarak görüyordu. Buna karşılık, temelde bireysel özgürlüğe bağlı olan liberalizm ile muhafazakârlık ve demokratik sosyalizm gibi geniş ölçüde liberal ilkelere bağlı olan doktrinler tam olarak ideoloji değildi. Bu doktrinler, özgür tartışma, muhalefet ve eleştiriye izin vermeleri, hatta bunlar üzerinde ısrar etmeleri anlamında “açık” sayılıyordu.

Liberalizm
Siyasi ideolojilere ilişkin herhangi bir anlatım liberalizmle başlamalıdır. Bunun nedeni liberalizmin aslında sanayileşmiş Batının ideolojisi olması ve genellikle bir dizi rakip değer ve inancı kucaklamaya elverişli bir meta-ideoloji olarak tanımlanmasıdır. Her ne kadar liberalizm on dokuzuncu yüzyılın başlarına kadar tekâmül etmiş bir siyasi inanç olarak ortaya çıkmamışsa da, liberal teoriler ve ilkeler ondan önceki üç yüz yıl boyunca tedrici olarak ve farkına varılabilir biçimde gelişmişti. Liberalizm, feodalizmin yıkılışının ve onun yıkıldığı yerde bir piyasanın veya kapitalist toplumun gelişmesinin ürünüydü. Erken dönem liberalizmi kuşkusuz yükselen bir sanayi orta sınıfının arzularını yansıtıyordu ve liberalizmle kapitalizm ta o zamandan beri yakından bağlantılıydı. En erken şekliyle liberalizm siyasi bir doktrindi. Anayasal ve -daha sonraları da- temsili hükümeti savunmak yerine mutlakıyete ve feodal imtiyazlara saldırıyordu. On dokuzuncu yüzyılın başlarından itibaren laissez faire kapitalizminin erdemleri olarak ünlenen ve her çeşit hükümet müdahalesini mahkûm eden ayrı bir yaklaşım olarak liberal iktisadi düşünce gelişti. Bu, klasik liberalizmin veya on dokuzuncu yüzyıl liberalizminin merkezi teması oldu. Ancak on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren refah reformunu ve iktisadi müdahaleyi daha tercihe şayan gören bir çeşit sosyal liberalizm ortaya çıktı. Bu tür bir vurgu modern, yirminci yüzyıl liberalizminin kendine has bir teması haline geldi.

Klasik Liberalizm
Klasik liberalizmin merkezi teması, bireyciliğin en uçtaki biçimine duyulan bağlılıktadır. Beşeri varlıklar egoist, yalnızca kendi çıkarını gözeten yaratıklar olarak görülür. C. B. Macpherson’un “sahiplenici bireycilik” olarak kavramsallaştırdığı bu yaklaşımda bireyler, kendi kişiliklerinin ve kapasitelerinin sahibi olan ve topluma veya diğer bireylere hiçbir şey verecek olmayan bireyler olarak görülürler. Bu atomist toplum yaklaşımı, müdahalesizdik veya birey üzerinde dışsal bir zorlamanın yokluğu anlamındaki “negatif ” özgürlük inancıyla desteklenir. Bu yaklaşımda, devlete ve tüm biçimleriyle hükümet müdahalesine karşı derin bir soğukkanlılık vardır. Tom Paine’in ifadesiyle devlet “zorunlu bir kötülüktür”. Devlet, en azından düzeni ve güvenliği oluşturmak ve sözleşmelerin uygulanmasını sağlaması anlamında “zorunludur”. Bununla beraber, topluma kolektif bir irade dayatması, dolayısıyla bireyin hürriyetini ve mesuliyetini limitlemesi anlamında “kötülüktür”. Bu yüzden klasik liberal idealde devlet, vatandaşın diğer vatandaşların saldırısından korunması rolüyle sınırlı olduğu minimal veya “gece bekçisi” devlet olarak kurgulanır. İktisadi liberalizm şeklinde bu konum, serbest piyasa mekanizmasına duyulan derin bir inançla ve ekonominin en iyi işlemesinin devlet tarafından kendi haline bırakıldığında gerçekleşebileceği inancıyla desteklenir. Bu bağlamda laissezfaire (serbest bırakma) kapitalizmi, refahı teminat altına alan, bireysel özgürlüğü destekleyen, liyakate göre bireylerin itilasına ve düşüşüne izin veren ve sosyal adaleti sağlayan bir sistem olarak görülür.


Modern Liberalizm
Modern liberalizm, devlet müdahalesine daha sempatik bakmasıyla tanımlanır. Aslında ABD’de “liberal” kavramı sürekli olarak, “minimal” hükümeti değil büyük hükümeti destekleyenleri ifade etmek için kullanılır. Bu değişiklik, sanayi kapitalizminin sadece yeni biçimlerde adaletsizlik ürettiğinin ve halk kitlelerini piyasanın kaprislerine tâbi kıldığının kabul edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşımda özgürlük, aç kalma özgürlüğünden fazla bir şeyi ifade etmeyebilecek olan, sadece kendi haline bırakılma anlamına gelmez. Daha ziyade, kişisel gelişimle ve bireyin başarılı olmasıyla bağlantılıdır; yani bireyin kendisine yeterli hale gelmesini sağlama yeteneğiyle ve onun kendisini gerçekleştirmeye ulaşmasıyla sağlar.
Bu görüş sosyal liberalizm veya refah liberalizmi için temel oluşturur. Bu da devlet müdahalesinin tanınmasıyla, özellikle bireysel varoluşu çürüten sosyal kötülüklerden bireyi koruyarak özgürlüğü genişletebilecek olan sosyal refah biçimindeki müdahalelerin tanınmasıyla betimlenir. Bu kötülükler İngiltere’de 1942 yılındaki Beveridge Raporunda “beş dev” olarak teşhis ediliyordu. Bunlar, fakirlik, cehalet, işsizlik, bakımsızlık ve hastalıktı. Aynı şekilde modern liberaller, laissezfaire kapitalizmine ilişkin inançlarını terk ettiler. Bu durum büyük ölçüde J. M. Keynes’in, büyüme ve refaha sadece yönetilen veya düzenleyen bir kapitalizmle ulaşılabileceğine ve anahtar iktisadi sorumlulukların devletin eline bırakılması gerektiğine dair fikirlerinin bir ürünüydü. Bununla birlikte modern liberallerin kolektif tedbirlere ve hükümet müdahalesine verdikleri destek daima şartlı olmuştur. Onların kaygısı zayıf ve kırılgan olanın, gerçekten de kendisine yardım etmeye muktedir olmayanın içinde bulunduğu kötü durumla ilgilidir. Hedefleri, her şeyden önce bireyleri içinde bulundukları durumun gerektirdiği mesuliyeti almaya ve kendi ahlaki seçimlerini yapmaya muktedir kılacak noktaya yükseltmektir. Liberalizmin ilkelerini refah ve yeniden dağıtım siyasetiyle uzlaştırmaya ilişkin en tesirli modern girişim John Rawls tarafından gerçekleştirilmiştir.

Muhafazakârlık
Muhafazakâr fikirler ve doktrinler ilk olarak on sekizinci yüzyılın sonlarında ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında ortaya çıktı. Bunlar, birçok bakımdan Fransız Devriminde ifadesini bulan büyük ölçekteki iktisadi ve siyasi değişime karşı bir tepki olarak ortaya çıktılar. Bu anlamda muhafazakârlık Ancien Regime’e (Eski Rejim) dönmeye ilişkin bir eğilimi ifade ediyordu. Muhafazakârlık liberalizmin, sosyalizmin ve milliyetçiliğin gelişiminin serbest bıraktığı baskılara direnmeye çalışarak, gittikçe daha güç durumlara düşen geleneksel sosyal düzenin savunmasına geçti. Ancak muhafazakâr düşüncedeki bölünmeler en başından itibaren belliydi.
Kıta Avrupa’sında Joseph de Maistre gibi düşünürlerin çalışmalarında ifadesini bulan bir muhafazakârlık türü gelişti. Herhangi bir reform düşüncesini reddeden bu muhafazakârlık, belirgin bir biçimde eleştirisel ve tepkiseldi. Bununla birlikte ABD ve İngiltere’de, Edmund Burke’ün “muhafaza etmek için değişim” fikrinde ifadesini bulan, daha ihtiyatlı, daha esnek ve sonuçta daha başarılı bir muhafazakârlık türü ortaya çıktı. Bu yaklaşım, on dokuzuncu yüzyılda muhafazakârların “Tek Ulus” paternalizm sancağı altında bir sosyal reform davasını üstlenmelerini mümkün kıldı. İngiltere’de bu gelenek zirve noktasına 1950’lerde Muhafazakâr Parti’nin, savaş sonrası dönemin düzenini kabul etmesi ve Keynezyen sosyal demokrasinin kendine özgü bir sürümünü benimsemesiyle ulaştı. Ancak bu tür fikirler, 1970’lerden itibaren Yeni Sağ’ın ortaya çıkmasıyla birlikte, gittikçe baskı altına alınmaya başlandı. Yeni Sağ’ın radikal anti devletçi ve anti paternalist muhafazakârlık türü, ağırlıklı olarak liberal temalara ve değerlere dayandı.

Paternalist Muhafazakârlık
Muhafazakâr düşüncedeki paternalizm, organizmacılık, hiyerarşi ve ödev gibi ilkelerle tamamen tutarlıdır ve geleneksel muhafazakârlığın doğal bir sonucu olarak görülebilir. Benjamin Disraeli’nin erken dönem yazılarında sıkça görülebileceği gibi paternalizm sağduyu ile ilkenin bir bileşimini oluşturur. İngiltere’nin “iki ulus: Zengin ve Fakir” olarak ikiye ayrılması tehlikesine dikkat çeken Disraeli, yaygın bir sosyal devrim korkusunu ifade etmiştir. Bu uyarı, “yukarıdan reformun” “aşağıdan devrime” kıyasla tercihe şayan olduğunu kabul etmesi gereken imtiyazlının öz çıkarına bir sesleniştir. Bu mesaj, köklerini noblesse oblige (asalet ödevi) gibi neofeodal fikirlerde bulan ödev ve sosyal yükümlülük ilkelerine bir çağrıyla desteklenmektedir. Aslında bu yaklaşımda ödev, imtiyazın fiyatıdır; muktedir ve mülk sahibi olan, sosyal uyum ve beraberliğe ilişkin daha geniş menfaatler adına, daha az hali vakti yerinde olana karşı bir sorumluluğu da miras almaktadır. Tekulus ilkesiyle sonuçlanan, tam bir Tory duruşu olarak ifade edilebilecek olan ve birbirine bağlı ve istikrarlı bir hiyerarşi şeklindeki organik bir denge görüşünü ifade eden bu yaklaşım, sosyal eşitlik idealine fazlaca sıcak bakmaz. Tekulus geleneği, sadece sosyal reforma yönelik bir eğilimi tecessüm ettirmekle kalmaz; aynı zamanda iktisadi politikaya ilişkin temelde faydacı bir yaklaşımı da yansıtır. Bu, 1950’lerde İngiltere’de Harold Macmillan, R. A. Butler ve Ian MacLeod gibi isimlerce benimsenen “orta yol” yaklaşımında görülebilir. Bu yaklaşım, iktisadi örgütlenmenin iki ideolojik modelinden, yani bir yandan laissez faire kapitalizminden, diğer yandan ise sosyalizmden ve merkezi planlamacılıktan kaçınır. Bunlardan ilki, sosyal uyumu imkânsız hale getiren ve zayıf ve kırılgan olanı cezalandıran bir serbestiyle sonuçlanacağı temelinde reddedilirken, ikincisi ise yekpare taştan bir devlet direği ortaya çıkardığından ve her türden bağımsızlık ve teşebbüsü ezdiğinden dolayı reddedilir. Dolayısıyla çözüm, devletle birey arasındaki dengenin “işe yarayana” göre faydacı biçimde ayarlanabileceği, piyasa rekabeti ile hükümet yönetmeliğine bir karışım yatmaktadır (“bencillik içermeyen özel teşebbüs” (H. Macmillan)). Buna çok benzer sonuçlara, 1945’ten sonra Hıristiyan Demokrasi ilkelerini benimseyen Kıta Avrupası muhafazakârları tarafından ulaşılmış ve en katı şekliyle Alman Hıristiyan Demokratlarının (the Christlich Demokratische Union (CDU)) “sosyal piyasa” felsefesinde ifadesini bulmuştur. Bu felsefe, özel teşebbüs ve rekabetin erdemlerini yansıttığı ölçüde bir piyasa stratejisidir; ama bu yolla sağlanan refahın, toplumun daha büyük olan menfaati için kullanılması gereğine inanması bakımından da sosyaldir.

Yeni Sağ
Yeni Sağ, muhafazakâr düşüncede, hem 1945 sonrası devlet müdahalesi yönündeki eğilimlere, hem de liberal veya ilerlemeci sosyal değerlerin yaygınlaşmasına karşı bir tür karşıdevrimle sonuçlanan bir ayrılışı ifade etmektedir. Yeni Sağ fikirlerin izleri 1970’lere, savaş sonrası kaydedilen refah patlamasının sona ermesiyle, sosyal çöküşe ilişkin olarak büyüyen kaygılarla ve otorite kaybıyla kendisini belli eden Keynezyen sosyal demokrasinin aynı dönemdeki bariz başarısızlığına kadar götürülebilir. Bu tür fikirler en büyük etkisini İngiltere ve ABD’de gösterdi ve bu ülkelerde sırasıyla Thatcherizm ve Reaganizm formunda ifadesini buldu. Bunlar, devlet odaklı örgütlenme biçimlerinden piyasa odaklı olanlara doğru bir değişime sebebiyet vererek daha geniş, hatta dünya çağında bir etki oluşturdular. Bununla birlikte Yeni Sağ, genellikle “neoliberalizm” ve “neomuhafazakârlık” olarak kavramsallaştırılan iki ayrı geleneği nikâhlamaya ilişkin bir çaba olarak, uyumlu ve sistematik bir felsefe oluşturmaz. Her ne kadar bu ikisi arasında siyasi ve ideolojik bir gerilim mevcut olsa da, bunlar, güçlü ama minimal devlet hedefini yani Andrew Gamble’in ifadesiyle “özgür ekonomi ve güçlü devleti” desteklemede bir araya getirilebilirler.

Neo-liberalizm
Neo-liberalizm, Friedrich Hayek ve Milton Friedman gibi serbest piyasa iktisatçılarının ve Robert Nozick gibi filozofların yazılarında geliştirilen klasik siyasi iktisadın güncelleştirilmiş bir türüdür. Neo-liberalizmin merkezi ilkeleri piyasa ve bireydir. Başlıca neoliberal hedef ise, regüle edilmeyen piyasa kapitalizminin verimliliği, büyümeyi ve yaygın refahı beraberinde getireceği inancından Friedrich von Hayek hareketle, “devletin sınırlarını geri itmek”tir. Bu yaklaşımda devletin “ölü eli” üstünlüğünü tüketmekte ve teşebbüs gücünü kırmaktadır; hükümet ne kadar iyi niyetli olursa olsun, beşeri işlerde değişmez biçimde zarar verici etkide bulunmaktadır. Bu, liberal Yeni Sağ’ın mülkiyet politikasına ilgisinde ve devlet teşebbüsü veya millileştirmeye karşı özel teşebbüse yönelik tercihinde yansıma bulmaktadır. Kısacası “özel iyidir; kamu kötü”. Bu tür fikirler, Margaret Thatcher’ın “toplum diye bir şey yoktur; sadece bireyler ve aileleri vardır” şeklindeki meşhur iddiasında ifadesini bulan katı bir bireycilikle bağlantılıdır. Dadı devlet, bağımlılık kültürünün kaynağı ve piyasa ortamındaki tercih özgürlüğü olarak anlaşılan özgürlüğün tahripçisi olarak görülür. Onun yerine kendine yardıma, bireysel sorumluluğa ve girişimciliğe duyulan inanç konulur. Bu tür fikirlerin, bazılarınca neoliberal küreselleşme olarak görülen küreselleşme süreciyle geliştiği yaygın olarak düşünülmektedir.

Neo-muhafazakârlık
Neo-muhafazakârlık, on dokuzuncu yüzyılın muhafazakâr sosyal ilkelerini yeniden canlandırmıştır. Muhafazakâr Yeni Sağ her şeyden önce otoriteyi restore etmeyi ve geleneksel değerlere özellikle de onlar arasında aile, din ve milletle bağlantılı olanlarına- dönmeyi arzular. Paylaşılan değerlerin ve ortak bir kültürün sosyal bağlılık ortaya çıkardığına ve medeni varoluşu mümkün kıldığına inanılırken, otorite de, disiplin ve saygı ürettiği temelinden hareketle, sosyal istikrarın güvencesi olarak görülür. Bu bağlamda neo muhafazakârlığın düşmanları, 1960’ların değerlerindeki gibi düşünmeyi, ben kültünü ve “herkesin kendi işine bakmasını” ifade eden müsamahakârlıktır. Aslında ABD’de kendisini neo muhafazakâr olarak tanımlayanlardan pek çoğu, Kennedy-Johnson dönemi ilerlemeci reformlarının ortaya çıkardığı hayal kırıklığı ortamında büyüyen eski liberallerden oluşur. Neo-muhafazakârlığın diğer bir durumu, çok kültürlü ve çok dinli toplumların ortaya çıkışını, bunların çatışma doğurucu ve doğası gereği istikrarsız oldukları gerekçesiyle, kaygıyla karşılama eğilimidir. Bu yaklaşım aynı zamanda, çok kültürlülükten ve Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği gibi ulus-üstü organların büyüyen etkisinden yana şüpheci olan dar bir milliyetçilikle de bağlantılıdır.

Sosyalizm
Sosyalist fikirler on yedinci yüzyılın “Levellers ve Diggers”ine veya Thomas More’un Ütopya ’sına veya hatta Platon’un Devlet’ine kadar geriye götürülebilirse de, sosyalizm on dokuzuncu yüzyılın başlarına kadar, siyasi bir inanç olarak şekillenmiş değildi. Sosyalizm sanayi kapitalizminin ortaya çıkışına karşı bir tepki olarak gelişti. Önceleri fabrika üretiminin yaygınlaşmasının tehdit ettiği esnaf ve zanaatkârların çıkarlarını dile getirdi; ancak bundan kısa bir süre sonra büyüyen sanayi işçi sınıfıyla, yani erken sanayileşme döneminin “fabrika yemiyle” bağlantılı hale geldi. İlk biçimleriyle sosyalizm köktenci, ütopyacı ve devrimci karakter taşımaya eğilimliydi. Hedefi, piyasa mübadelesine dayalı kapitalist ekonomiyi kaldırmak ve yerine nitelik bakımından ondan farklı olan ve genellikle ortak mülkiyet ilkesi üzerine bina edilen sosyalist toplumu koymaktı. Sosyalizmin bu şeklinin en etkili temsilcisi, fikirleri yirminci yüzyıl komünizmi için temel oluşturan Karl Marx’tı.
Ancak on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren, çalışma şartlarıyla ücretlerin iyileştirilmesinin ve sendikalarla sosyalist siyasi partilerin büyümesinin bir sonucu olarak, işçi sınıfının tedrici olarak kapitalist toplumla bütünleşmesini yansıtan reformist bir sosyalist gelenek ortaya çıktı. Sosyalizmin bu türü, “parlamenter yolu” benimseyerek, sosyalizme barışçı, aşamalı ve yasal yoldan geçişin mümkün olduğunu ilan etti. Reformist sosyalizmin iki kaynağı vardı. İlki, Robert Oven, Charles Fourier ve William Morris gibi düşünürlerle bağlantılı olan ahlaki sosyalizmin hümanist geleneğiydi. Diğeri ise, özellikle Eduard Bernstein tarafından geliştirilen değişimci Marksizm şeklindeydi.
Yirminci yüzyılın büyük bölümünde sosyalist hareket böylece iki rakip kampa ayrıldı. Lenin ve Bolşevikler örneğini izleyen devrimci sosyalistler kendilerini komünist olarak adlandırırken, bir tür anayasal politikayı izleyen reformist sosyalistler, gittikçe daha fazla sosyal demokrasi olarak adlandırılacak bir yolu benimsediler. Bu rekabet sadece sosyalizme ulaşmak için en uygun araçların neler olduğu konusunda değil, aynı zamanda sosyalist hedefin kendisinin gerçekte ne olduğu konusunda da odaklanıyordu. Sosyal demokratlar ortak mülkiyet ve planlama gibi fundamentalist ilkelere sırtlarını döndüler ve sosyalizme refah devleti, yeniden dağıtım ve iktisadi yönetim anlamında yeniden şekil verdiler. Bununla beraber, sosyalizmin her iki biçimi de yirminci yüzyılın sonlarında, kimilerini “sosyalizmin ölümünü” ve post sosyalist toplumun doğuşunu ilan etmeye teşvik eden bir krize girdi. Bu süreçteki en dramatik hadise, 1989-91 yılları arasındaki doğu Avrupa devrimlerinin beraberinde getirdiği komünizmin çöküşüydü; ama sosyal demokrasi de geleneksel ilkeleri bakımından sürekli bir gerileme içindeydi ve bu yüzden bazıları onun artık modern liberalizmden ayırt edilemediğini öne sürecekti.

Marksizm
Teorik bir sistem olarak Marksizm, batı kültürüne hâkim olan ve modern dönemdeki entelektüel ilgiyi belirleyen liberal rasyonalizme karşı başlıca alternatifi teşkil etmiştir. Siyasi bir güç olarak da uluslararası komünist hareket biçiminde Marksizm, en azından 1917-91 yılları arasında, batı kapitalizminin başlıca düşmanı olarak görülmüştür. Bu durum Marksizm’i ele almadaki merkezi bir güçlüğün altını çizmektedir: Bu, Karl Marx ve Friedrich Engels’in klasik yazılarından gelen bir sosyal felsefe olarak Marksizm ile birçok bakımdan klasik ilkelerden ayrılan veya onları revize eden yirminci yüzyıl komünizm olgusu arasındaki farklılıktır. Dolayısıyla yirminci yüzyılın sonunda komünizmin çöküşü, bir siyasi ideoloji olarak Marksizmin ölümü olarak alınmamalıdır; bu durum aslında Leninizm’in ve Stalin’imin kalıntılarından kurtulan Marksizm’e taze bir başlangıç imkânı da verebilir. Aslında bir ölçüde sorun, Marx’ın kendi yazılarının geniş alanlı ve karmaşık tabiatlı olmasından ve dolayısıyla onun bazılarınca iktisadi gerekirci, diğer bazılarınca ise hümanist sosyalist olarak yorumlanmasına imkân vermesinden kaynaklanmaktadır. Diğer bir ayrım, onun erken dönem yazılarının niteliği ile sonraki dönem yazılarınınki arasına bir ayrım konularak yapılabilir. Genellikle bu “genç Marx” ile “olgun Marx” ayrımı şeklinde tasvir edilir. Bununla birlikte açık olan şudur ki, Marx kapitalizmin köklü bir ahlaki bir eleştirisini yapmış olmaktan ziyade, sosyal ve tarihi gelişimin asıl doğasını keşfetmekle ilgili olması anlamında yeni bir sosyalizm türünü, bilimsel sosyalizmi geliştirdiğine inanıyordu. Marx’ın fikirleri ve teorileri onun ölümünden sonra, büyük ölçüde onun hayat boyu birlikte çalıştığı Engels’in, Alman sosyalist lider Karl Kautsky’nin ve Georgi Plekhanov’un yazılarıyla daha geniş bir okuyucu kitlesine ulaştı. Genellikle diyalektik materyalizm olarak adlandırılan bir Ortodoks Marksizm türü (bu terim Marx tarafından değil, Plekhanov tarafından icat edilmiştir) ortaya çıktı ve daha sonra Sovyet komünizminin temeli olarak kullanıldı. Bu “vülger” Marksizm, hiç kuşkusuz mekaniktik teorilere ve tarihsel determinizme, Marx’ın kendi yazılarındakinden daha güçlü bir vurgu yaptı.

Ortodoks Komünizm
Marksizm uygulamada ayrılmaz biçimde Sovyet komünizmine ve özellikle de ilk iki Sovyet lidere, V. I. Lenin’e ve Joseph Stalin’e bağlıdır. Aslında yirminci yüzyıl komünizmi en iyi Marksizm Leninizm şeklinde, yani bir dizi Leninist teori ve doktrinle modifiye edilmiş Ortodoks Marksizm olarak anlaşılabilir. Lenin’in Marksizm’e merkezi katkısı, onun devrimci veya öncü parti teorisidir. Bu teori Lenin’in, burjuva fikirleri ve inançları tarafından yanlış yola sevk edilen proletaryanın, kapitalizmi yıkmak yerine kendi çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirme arzusunu yansıtan “sendika bilincinin” ötesinde bir şey geliştiremeyeceğinden ve dolayısıyla da devrimci potansiyelini gerçekleştiremeyeceğinden duyduğu korkuda ifadesini bulur. Bu nedenle Marksizm’le teçhiz edilmiş öncü bir partinin, “işçi sınıfının öncüsü” olarak hizmet etmesi gerekiyordu. Bu yeni tür bir parti ola caktı; bir kitle partisi değil, birbiriyle sıkıca kaynaşmış, ideolojik liderlik yeteneğine sahip profesyonellerin ve kendisini devrime adamışların partisi olacaktı. Örgütlenmesi, tartışma özgürlüğü ile faaliyet birliğinin uzlaştırılmasını öngören demokratik sosyalizm ilkesine dayanacaktı. Lenin’in Bolşevikleri 1917’de Rusya’da iktidara el koyduklarında, proletarya sınıfının çıkarlarına göre hareket etme iddiasındaki bir öncü parti oluşturdular. Böylece proletarya diktatörlüğü, uygulamada Komünist Partisi diktatörlüğü oldu (Bolşevik Parti 1918’de kendisini Komünist Partisi olarak isimlendirdi). Bu parti Sovyet tek parti sisteminde “öncü ve rehber güç” olarak faaliyet gösteriyordu.
Ancak SSCB, 1930’larda Stalin’in “ikinci devriminden”, 1917 Bolşevik Devrimindekinden çok daha derin biçimde etkilendi. Sovyet toplumunun yeniden şekillendirilmesinde Stalin Ortodoks bir komünizm modeli yarattı. Bu model 1945 sonrası Çin, Kuzey Kore ve Küba gibi ülkelerle, bütün Doğu Avrupa tarafından izlendi. Stalin’in yaptığı değişiklikler büyük ölçüde onun en önemli ideolojik yeniliğinden, SSCB’nin herhangi bir uluslararası devrime gerek olmadan “sosyalizmi inşa” edebileceğini öngören “Tek Ülkede Sosyalizm” doktrininden geliyordu. İktisadi Stalinizm olarak adlandırılan şey, 1928’de özel teşebbüsün hızlı ve toptan biçimde kökünün kazınmasına yol açan birinci Beş Yıllık Planın uygulamaya konulmasıyla başladı. Bunu 1929’da tarımın kolektif eştirilmesi izledi. Tüm kaynaklar devletin kontrolü altına alındı ve Devlet Planlama Komitesi (Gosplan) tarafından idare edilen bir merkezi planlama sistemi kuruldu.
Stalin’in yaptığı siyasi değişiklikler de daha az dramatik değildi. 1930’lar boyunca, Komünist Partisinde, devlet bürokrasisinde ve orduda, tüm muhalefet ve tartışma kalıntılarının kökünü kazıyan bir dizi temizlik yapan Stalin, SSCB’yi bir kişi diktatörlüğüne dönüştürdü. Stalin, sistematik yıldırma, baskı ve terör yoluyla SSCB’yi aslında totaliter bir diktatörlüğe dönüştürdü. Her ne kadar Ortodoks komünizmin bu daha gaddar olan yüzü, 1953’te Stalin’in ölümünden sonra devam etmediyse de, Leninist Partinin asli ilkeleri (hiyerarşik organizasyon ve disiplin) ve iktisadi Stalinizm (devlet kolektivizasyonu ve merkezi planlama) reform baskısına karşı inatçı bir biçimde direndi. Bu durum, sadece planlama sisteminin başarısızlığını sergilemede ve uzun süreden beri baskı altında tutulan siyasi güçleri serbest bırakmakta başarılı olan Gorbaçov’un perestroyka reform sürecinde belirgin hale geldi. Nihayet bunlar Sovyet komünizmini Troçki’nin (Trotsky) çok farklı bir bağlamda söylediği gibi “tarihin çöp sepetine” gönderdi.

Modern Marksizm
Marksizmin daha karmaşık ve daha ince bir biçimi Batı Avrupa’da gelişti. Sovyet Marksizm’inin mekaniktik ve bariz biçimde bilimsel kavrayışlarıyla karşıt biçimde, batı Marksizm’i Hegelyen fikirlerden ve Marx’ın erken dönem yazılarındaki “yaratıcı insan” üzerine vurgusundan etkilenme eğilimindeydi. Diğer bir ifadeyle beşeri varlıklar, sadece gayrişahsi maddi güçler tarafından kontrol edilen kuklalar olarak değil, tarihin yapıcıları olarak görülüyordu. Ekonomi ile siyaset arasında, hayatın maddi koşulları ile beşeri varlıkların kendi kaderlerini biçimlendirebilme kapasiteleri arasında karşılıklı bir ilişkinin varlığında ısrar eden batı Marksistleri, katı “altyapı-üstyapı” deli gömleğinden ayrılıp kurtulabiliyorlardı. Bu yüzden onların fikirleri bazen neo Marksist olarak kavramsallaştırılıyordu. Bu yaklaşım sınıf mücadelesini sosyal analizin başlangıcı ve sonu olarak almaya karşı bir isteksizliği yansıtıyordu.
Macar Marksist George Lukacs, Marksizm’i hümanist bir felsefe olarak sunan ilk kişilerdendi. Lukacs, kapitalizmin işçileri edilgen nesnelere veya piyasada alınıp satılan mallara indirgeyerek insanlıktan çıkardığı “şeyleştirme” sürecini vurguladı. 1929-35 arasında yazılan Hapishane Defterleri’nde Antonio Gramsci kapitalizmin sadece iktisadi baskıyla değil, siyasi ve kültürel faktörlerle de muhafaza edilme düzeyinin altını çizdi. Gramsci bunu ideolojik “hegemonya” olarak isimlendirdi. Marksizmin daha açık biçimde Hegelyen şekli, önde gelen üyeleri Theodor Adorno (1903-69), Max Horkheimer ve Herbert Marcuse olan Fankfurt Okulu tarafından geliştirildi. Frankfurt teorisyenleri Marksist ekonomi politiğin, Hegelyen felsefenin ve Freudçu psikolojinin bir karışımı olan ve 1960’larda Yeni Sol üzerinde ciddi bir etki yapan “eleştirel teoriyi” geliştirdiler. Jurgen Habermas da Frankfurtçuların sonraki kuşağında yer aldı.

Sosyal Demokrasi
Sosyal demokrasi, klasik liberalizmin ve fundamentalist sosyalizmin teorik tutarlılığından yoksundur. Bunlardan ilki piyasaya bağlıyken ve diğeri de ortak mülkiyet davasının savunucusuyken, sosyal demokrasi piyasa ile devlet ve birey ile topluluk arasında bir dengeyi savunur. Sosyalizmin kalbinde, bir yandan refah üretmenin tek güvenilir mekanizması olarak kapitalizmin bir kabulü, diğer yandan refahın piyasa ilkelerinden çok ahlaki ilkelere göre dağıtılması arzusu arasında bir uzlaşma bulunmaktadır. Sosyalistler için piyasaya geri dönmek güç ve zaman zaman acı verici bir süreci ifade ediyordu ve bu süreç ideolojik bir kanaatten çok pratik koşullar ve seçim avantajları tarafından belirleniyordu. Yirminci yüzyılın başlarında bu süreç faaliyetteydi ve örneğin Alman Sosyal Demokrat Partisinin (Sozialdemokratische Partei Deutschlands (SPD)) estirdiği reformizm rüzgârında, özellikle de Eduard Bernstein gibi değişimci Marksistlerin doğurduğu etkide görülebiliyordu. SDP’nin 1959’daki Bad Godesburg kongresinde Marksizm resmen terk edildi ve “mümkün olduğu yerde rekabet, gerekli olduğu yerde planlama” ilkesi benimsendi. Benzer bir süreç, Marksizmin kesinliğine hiçbir zaman demir atmamış olan etik veya “hayalî” sosyalistler arasında da ortaya çıktı. Örneğin baştan beri “tedriciliğin kaçınılmazlığı” inancına bağlı olan İngiliz İşçi Partisi de 1950’lerden itibaren, savunduğu sosyalizme millileştirmeden ziyade eşitlik anlamında yeniden şekil verdi (Crosland 1956). Modern sosyal demokrat düşüncenin başlıca özelliği, haksızlığa uğrayana, zayıf ve kırılgan olana ilişkin kaygısıdır. Bununla birlikte sosyal demokraside, onu sosyalist gelenekle sınırlandırmayı mümkün kılmayan bir duyarlılık da vardır. Onda acıma ve ortak insanlığa sosyalist inanç, pozitif özgürlüğe ve fırsat eşitliğine liberal bağlılık ve hatta babaya ait bir sorumluluk ve ilgiyle muhafazakâr duyarlılığı görmek mümkündür.
Sosyal demokrasi, kaynakları ne olursa olsun, genellikle refah devletçiliği, yeniden dağıtım ve sosyal adalet gibi ilkeler temelinde ifadesini bulur. İkinci Dünya Savaşı sonrası ilk dönemlerde yaygın biçimde kabul edilen biçimiyle Keynezyen sosyal demokrasi, devlet müdahaleciliği yoluyla kapitalizmi “insanileştirmeye” ilişkin somut bir arzuyla birleşiyordu. Keynezyen iktisat politikalarının tam istihdamı sağlayacağına, karma ekonominin hükümetin iktisadi faaliyeti regüle etmesine katkıda bulunabileceğine ve artan oranlı vergiler yoluyla finanse edilen geniş kapsamlı refah tedbirlerinin, zengin ile fakir arasındaki mesafeyi daraltabileceğine inanılıyordu. Bununla birlikte azalan ekonomik büyüme ile en azından ilerlemiş sanayi toplumlarında “halinden memnun çoğunluğun” ortaya çıkışı, ilave bir yenilenme sürecini de beraberinde getirdi. Sosyal demokrasinin sosyalist karakteri uzun zamandır birçok bakımdan sorgulanıyordu. Örneğin bazı sosyalistler, “sosyal demokrasi” kavramını ilkesiz uzlaşma ve hatta ihaneti ifade eden kötü anlamlarda kullandılar. Anthony Crosland gibi diğer başkaları ise sosyalistlerin değişen tarihi gerçeklerle uzlaşması gerektiğini ileri sürdüler ve John Rawls gibi liberal teorisyenlerin fikirlerinden etkilenilmesinden memnun oldular. Ancak 1980’lerde ve 1990’larda sosyal demokrasi daha bariz bir biçimde geriledi. Bunun birçok sebebi vardı. İlk olarak, sınıf yapısındaki değişim ve özellikle de profesyonel ve bürokratik mesleklerin büyümesi, geleneksel işçi sınıfının çıkarları odaklı sosyal demokrat siyasaların artık seçim başarısı bakımından geçerli olmadığı anlamına geliyordu. İkinci olarak küreselleşme Keynezyenizm gibi iktisadi yönetimin özellikle tüm ulusal biçimlerini gereksiz hale getirmiş olarak göründü. Üçüncü olarak, millileştirilmiş sanayiler ve iktisadi planlama, en azından gelişmiş ülkelerde verimsizliğini ispatladı. Dördüncü olarak, komünizmin çöküşü, sadece devlet kolektif eştirmesinin değil, tüm “yukarıdan aşağıya” sosyalist modellerin entelektüel ve ideolojik inanılırlığının altını oydu. Bu bağlamda siyasetçiler ve siyasi düşünürler için ideolojik bir “üçüncü yol” fikrini benimsemek, gittikçe daha fazla moda olmaya başladı.

Üçüncü Yol
“Üçüncü yol”, muğlak bir kavramdır ve farklı yorumları mevcuttur. Çünkü üçüncü yol, modern liberalizmi, tek ulus muhafazakârlığını ve modernize edilmiş sosyal demokrasiyi de içine alan farklı ideolojik geleneklere dayanır. Farklı ülkelerde, ABD’de Yeni Demokratları ve Bill Clinton’u, İngiltere’de Yeni İşçi Partisini ve Tony Blair’i olduğu kadar, Almanya, Hollanda, İtalya ve Yeni Zelanda gibi ülkelerde ortaya çıkanları da içine alan farklı üçüncü yol projeleri de geliştirilmiştir. Bununla birlikte, üçüncü yol temalarının belirli ortak özellikleri teşhis edilebilir. Bunlardan ilki, sosyalizmin veya en azından onun “yukarıdan aşağıya” devlet müdahaleciliği biçiminin öldüğüdür; yani İngiltere’de İşçi Partisi tüzüğünün 1995’de yeniden yazılan ve “dinamik piyasa ekonomisine” atıfta bulunan 4. Maddesinde ifade edilene alternatif yoktur. Buna, küreselleşmenin genel bir kabulü ile kapitalizmin enformasyon teknolojisi ne, bireysel hünere ve işgücü ve girişim esnekliğine öncelikli bir yer veren “bilgi ekonomisine” dönüştüğü inancı eşlik etmiştir. Üçüncü yol politikasının ikinci boyutu ise, neo liberalizme karşıt biçimde, hükümetin hayati bir iktisadi ve sosyal role sahip olduğunun tanınmasıdır. Bununla birlikte bu rol, eğitim ve maharetin geliştirilmesi yoluyla uluslararası rekabet gücünün teşvik edilmesi ile piyasa kapitalizminin yarattığı baskıyı kontrol altına almak için cemaatlerin ve sivil toplumun güçlendirilmesi amacına odaklanmıştır. Bu anlamda üçüncü yol duruşu, liberal komünteryenizmin bir formudur; onun “yeni bireyciliği” bir yandan haklar ile girişimcilik, diğer yandan sosyal ödev ile ahlaki sorumluluk arasında bir denge kurmak ister. Üçüncü yol politikasının son boyutu, onun eşitleştirmenin bir biçimi olarak görülebilecek olan sosyalist eşitlikçilikle bağlarını koparması ve onun yerine liberal fırsat eşitliği ve meritokrasi ilkelerini benimsemesidir. Üçüncü yol siyasetçileri genellikle refah reformunu desteklerler. Hem neo liberallerin “kendi ayaklarının üstünde dur” ısrarını, hem de sosyal demokratların “beşikten mezara” refah devleti bağlılıklarını dinlemeyerek, temelde modern liberal bir inanç olan “insanlara yardım et ki onlar kendilerine yardım etsinler” veya Clinton’un insanlara “dağıtma, ellerinden tut” yaklaşımını benimserler. Bu onları “workfare state” dedikleri şeyi, yani çalışmak isteyen ve kendisine güvenen bireylere fayda veya eğitim anlamında şartlı olarak verilen hükümet desteğini desteklemeye yöneltir. Öte yandan üçüncü yolun eleştirisi, onun aynı anda hem piyasanın dinamizmini destekleyip hem de piyasanın doğurduğu sosyal bölünmeye karşı uyarması bakımından çelişkili olduğu ve merkez sol projeden uzaklaşıp sağa doğru bir değişim anlamına geldiği yönünde eleştirilmiştir. Üçüncü yol, örneğin neoliberal çerçeveyi benimsediği, özellikle küresel kapitalizmi desteklediği ve komünteryenlerin aileyi güçlendirme ve “kaba” kanun ve düzen politikasından yana olma talebinde somutlaşan otoriteryenizme kaymayı savunduğu gerekçesiyle mahkûm edilmiştir.

Faşizm
Liberalizm, muhafazakârlık ve sosyalizm on dokuzuncu yüzyıl ideolojileriyken, faşizm yirminci yüzyılın çocuğudur. Bazıları onun özellikle iki savaş arası dönemin bir görüngü olduğunu söylerler. Her ne kadar faşist inançların kökleri on dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar geriye götürülebilirse de, bu fikirler Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında; bu süreci karakterize eden devrimlerle savaşın etkili bir karışımıyla bütünleşmiş ve şekillenmiştir. Faşizmin belli başlı iki ifadesi, 1922-43 yıllarındaki İtalya’da Mussolini’nin Faşist diktatörlüğü ve 1933-45 yıllarındaki Almanya’da Hitler’in Nazi diktatörlüğüdür. Neofaşizm ve Neonazizm formlarının yeniden su yüzüne çıkışı, yirminci yüzyılın son yıllarındadır ve avantajı, iktisadi krizler ile komünizmin çöküşünü izleyen siyasi istikrarsızlığın birleşmiş olmasıdır.
Birçok bakımdan faşizm, Fransız Devriminden bu yana batı siyasi düşüncesinde hâkim olan fikirlere ve değerlere karşı bir isyanı ifade ediyordu; bir İtalyan Faşist sloganı “1789 öldü” diyordu. Rasyonalizm, ilerleme, özgürlük ve eşitlik gibi değerler, mücadele, liderlik, iktidar, kahramanlık ve savaş adına alaşağı ediliyordu. Bu anlamda faşizmin bir “anti karakteri” vardır. Büyük ölçüde karşıtı olduğu şeylerle tanımlanır: o antikapitalizmin, anti liberalizmin, anti bireyciliğin, anti-komünizmin vd. bir şeklidir.
Bununla birlikte bütün bir faşizmi ifade eden merkezi bir tema, organik olarak birleşmiş ulusal bir topluluk imgesidir. Bu onun “birlik yoluyla güçlülük” inancında ifadesini bulur. Sözlük anlamıyla alındığında birey hiçbir şeydir; bireysel kimlik topluluğunki veya sosyal grubunki tarafından tamamen soğurma edilmelidir. Faşist ideal, ödev, şeref ve kendini feda etme duygusuyla güdülenen, hayatını ulusunun veya ırkının şanına adamaya hazır ve en yüce lidere sorgusuz sualsiz bir itaatle bağlı “yeni insanın”, bir kahramanın idealidir. Bununla birlikte tüm faşistler birbirinin aynı değildir. İtalyan Faşizmi, devletçiliğin, temelde “totaliter” bir devlete sorgusuz sualsiz bir saygıya ve mutlak sadakate dayalı olan aşırı bir şekliydi. Faşist filozof Gentile bunu şöyle ifade ediyordu: “her şey devlet için; hiçbir şey devlete karşı değil; hiçbir şey devletin dışında değil”. Öte yandan Alman Nasyonel Sosyalizmi ise geniş ölçüde ırkçılık temeli üzerine inşa edilmişti. Onun iki merkezi teması, Aryanizm (Alman halkının “üstün ırktan” olduğu ve dünyaya hâkim olmasının mukadder olduğu inancı) ve Yahudileri doğası gereği kötü olarak betimleyen ve onların kökünü kazımayı amaçlayan antisemitizmin şiddetli bir biçimidir. Bu inanç daha sonra “Nihai Çözümde” ifadesini bulmuştur.

Anarşizm
Siyasi ideolojiler arasında anarşizm, ulusal düzeyde bile hiçbir anarşist partinin iktidara gelmeyi başarmamış olması anlamında, alışılmış bir siyasi ideoloji değildir. Bununla birlikte anarşist hareket, örneğin İspanya, Fransa, Rusya ve Meksika’da, yirminci yüzyılın ilk dönemi boyunca güçlüydü ve anarşist fikirler, kanunun, hükümetin veya devletin yararlı veya vazgeçilmez olduğu türünden klasik fikirlere meydan okuyarak, siyasi tartışmayı daha verimli hale getirdiler. Anarşizmin merkezi teması, siyasi otoritenin tüm şekilleriyle, özellikle de devlet şekliyle, hem kötü hem de gereksiz (anarşinin kelime anlamı “yönetimin olmamasıdır”) olduğudur. Bununla birlikte, özgür bireylerin kendiişlerini gönüllü sözleşmeler ve işbirliği yoluyla kendilerinin idare edebileceği devletsiz bir toplum yönündeki anarşist tercih, iki rakip gelenek temelinde geliştirilmiştir: liberal bireycilik ve sosyalist komünteryenizm. Dolayısıyla anarşizm, liberalizm ile sosyalizm arasındaki bir kesişme noktası; “ultra liberalizmin” ve “ultra sosyalizmin” bir formu olarak düşünülebilir.
Devlete karşı liberal yaklaşım, bireycilik ve özgürlük ile tercih üzerine temellendirilmiştir. Liberallerden farklı olarak William Godwin gibi bireyci anarşistler, özgür ve rasyonel insanların kendiişlerini barışçı ve kendiliğinden bir süreç içinde idare edebileceklerine ve hükümetin istenmeyen türden bir zorlamayı ifade ettiğine inandılar. Modern bireyciler, devlet otoritesinin yokluğunda toplumun kendi kendisini nasıl düzenleyebileceğini açıklamak için genellikle piyasaya bakarlar ve serbest piyasa ekonomisinin bir formu olan bir tür anarkokapitalizm modeli geliştirirler. Ancak daha yaygın olarak tanınan anarşist gelenek, topluluk, işbirliği, eşitlik ve ortak mülkiyet gibi sosyalist fikirlere dayanır. Bu bağlamda kolektivist anarşistler, bizim sosyal, toplu halde yaşamayı seven ve temelde işbirliğine elverişli tabiatımızdan gelen sosyal dayanışmaya ilişkin beşeri kapasitemize vurgu yaparlar. Bu temelden hareketle, örneğin Fransız anarşist Pierre Joseph Proudhon, bağımsız köylülerin, esnaf ve zanaatkârların oluşturdukları küçük toplulukların, kapitalizmin adaletsizliğinden ve sömürüsünden kaçınarak, adil ve eşit bir mübadele sistemini kullanarak kendi hayatlarını yönetebilecekleri inancını yansıtan, ortakçılık (mutualism) olarak adlandırdığı bir model önermiştir. Rus Peter Kropotkin gibi diğer anarşistler ise temel ilkeleri ortak mülkiyet, âdemi merkeziyetçilik ve kendi kendini yönetim olan bir anarkokomünizm formu geliştirdi.

Feminizm
Toplumlarda feminist taleplerin ifadesini bulmasının tarihi Eski Çin’e kadar geriye götürülebilirse de, bu talepler Mary Wollstonecraft’ın Kadın Haklarının Bir Müdafaasına kadar geliştirilmiş bir siyasi teori tarafından desteklenmemiştir. Esasen, 1840’lar ve 1850’lerde kadınların oy hakkı hareketinin “ilk dalga feminizm” adı altında ortaya çıkışına kadar feminist fikirler geniş kitlelere ulaşmış değildi. Yirminci yüzyılın başlarında, batılı ülkelerin çoğunda kadınlara oy hakkı hareketinin başarıya ulaşması, kadın hareketini başlangıçtaki amacından ve örgütleyici ilkesinden yoksun bırakmıştır. Ancak 1960’larda “ikinci dalga feminizm” ortaya çıktı. Bu yıllarda, büyüyen Kadının Özgürlük Hareketi’nin (WLM) talepleri daha radikal, hatta kimi zaman devrimciydi. Feminist teori ve doktrinler birbirinden farklıydı; ama onların ortak özelliği, hangi yolla olursa olsun, kadının sosyal rolünü geliştirmeye ilişkin ortak arzularıydı. Dolayısıyla feminizmin başlıca temaları, ilk olarak, toplumun cinsel veya toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle karakterize edilebileceği; ikinci olarak ise, erkek iktidarını yansıtan bu yapının yıkılabileceği ve yıkılması gerektiğiydi.
Birbiriyle çelişen en azından üç feminist gelenek teşhis edilebilir. Wollstonecraft ve Betty Friedan gibi liberal feministler, kadının ikinci planda olmasını, toplumda hakların ve fırsatların eşitsiz dağıtılmasıyla açıklama eğilimindeydiler. Bu “eşit haklar feminizmi” temelde reformisttir. Bu hareket, “özel” veya ev içi hayatı yeniden düzenleme amacından çok “kamusal” alanın reformuyla, yani kadının hukuki ve siyasi statüsünün yükseltilmesi ve onların eğitim ve kariyer durumlarının geliştirilmesiyle ilgiliydi. Buna karşılık sosyalist feministler, kadınların örneğin ev içi emekte erkek işçilerin yükünü hafiflettikleri, kapitalist işçi nesillerini yetiştirdikleri, eğitimlerine yardımcı oldukları ve emek ordusunun yedek kuvvetleri olarak faaliyet gösterdikleri bir yer olarak aile veya ev hayatıyla sınırlandırılmıştır. İktisadi önemine dikkat çekerek, genellikle kadının ikinci planda olmasıyla kapitalist üretim biçimi arasındaki bağlantıya vurgu yapıyorlardı.
Ancak ikinci dalga feminizmin ayırıcı vasfı, geleneksel siyasi doktrinlerden gelmeyen bir feminist eleştirinin ortaya çıkışının, özellikle de radikal feminizmin bir ürünü olmasıdır. Radikal feministler, toplumsal cinsiyet ayrımının toplumdaki en temel ve en önemli bölünmeyi ifade ettiğine inandılar. Onların gözünde, tarihi ve çağdaş tüm toplumlar patriarşi ve Kate Millet’in ifadeleriyle, “nüfusun yarısı olan kadınların diğer yarısı olan erkekler tarafından denetim altında tutulduğu” kurumlarla nitelenebilirdi. Bu yüzden radikal feministler, cinsel bir devrime, özellikle şahsi, ev içi ve aileyle ilgili hayatı yeniden yapılandıracak bir devrime ihtiyaç olduğunu ilan ettiler. Bu bağlamda radikal feminizmin ayırıcı sloganı “şahsi olan siyasidir” şeklindedir. Ancak radikal feminizmin sadece aşırı biçimi erkeği bir “düşman” olarak tasvir eder ve kadının erkek toplumundan çekilmesine ve kimi zaman siyasi lezbiyenlikle ifadesini bulan bir duruşa ihtiyaç olduğunu ilan eder.

Çevrecilik
Çevrecilik genellikle yirminci yüzyılın sonlarındaki çevreyle ilgili veya Yeşil hareketin ortaya çıkışıyla bağlantılı yeni bir ideoloji olarak görülse de, köklerini on dokuzuncu yüzyılın sanayileşmeye karşı isyanına kadar geriye götürmek mümkün- dür. Bu bağlamda çevrecilik, iktisadi gelişimin artan hızının doğal dünyaya verdiği zarara ilişkin kaygıyı (nükleer teknolojinin, asit yağmurlarının, ozon tabakasının delinmesinin, küresel ısınmanın vs. ortaya çıkmasıyla yirminci yüzyılın ikinci yarısında şiddetlenmiştir) ve beşeri varoluşun gücünü kaybetmesinden ve sonuçta insan türünün varlığını devam ettirebilmesinden yana bir endişeyi yansıtmaktadır. Bu tür endişeler kimi zaman geleneksel ideolojiler vasıtasıyla da ifade edilir. Örneğin eko sosyalizm çevre tahribatını kapitalizmin doymak bilmez kâr hırsıyla açıklamaktadır. Eko muhafazakârlık, muhafaza davasını geleneksel değerleri ve yerleşik kurumları koruma arzusuna bağlar. Eko feminizm ise çevreyle ilgili krizin kaynağını, erkeklerin doğal süreçlere ve doğal dünyaya karşı kadınlara göre daha az duyarlı olmaları durumunu yansıtan erkek iktidarı sistemine bağlar.
Ancak çevreciliğe radikal keskinliğini veren, onun diğer tüm ideolojilerden adapte edilen antroposentrik veya insan-merkezli duruşa bir alternatif sun-muş olduğu gerçeğidir; çevrecilik doğal dünyaya, sadece beşeri ihtiyaçları tatmin etmeye uygun bir kaynak gözüyle bakmaz. Çevrecilik veya onun bazı taraftarları, çevre biliminin önemini vurgulayarak, ekolojizm insan türünü doğanın sadece bir parçası olarak vasıflandıran, kendi ifadeleriyle, ekosentrik bir dünya görüşü geliştirirler. Bu alandaki en etkili teorilerden birisi, James Lovelock tarafından geliştirilen Gaia hipotezidir. Bu hipotez, bir gezegen olarak dünyayı her şeyden önce kendi canlılığını koruma endişesi taşıyan yaşayan bir organizma olarak tasvir eder. Başkaları ise, Taoizm veya Zen Budizm gibi hayatın tekliğini vurgulayan doğu dinlerine bir sempatiyi ifade ederler. “Yüzeysel” ekolojistler veya “açık Yeşiller” gibi bazı çevreci baskı gruplarına göre, öz çıkara ve sağduyuya yönelik bir çağrı, insanoğlunu çevreyle ilgili bakımdan güçlü siyasaları ve hayat tarzlarını benimsemeye ikna edecektir. Diğer yandan “Derin” ekolojistler veya “koyu Yeşiller” ise, siyasi önceliklerin radikal bir şekilde yeniden düzenlemesinin ve ekosistemin çıkarlarına tek tek türlerin çıkarları karşısında öncelik verme iradesinin dışında hiç bir şeyin gezegenimizin ve insanlığın devamını sağlayamayacağında ısrarlıdırlar. Her iki grubun üyeleri de 1970’lerden beri Almanya, Avusturya ve Avrupa’nın diğer yerlerine yayılmış olan “zıt” Yeşil partilerin içinde bulunmaktadır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

TÜRKİYE'DE İŞSİZLİĞİN NEDENLERİ

TÜRKİYE'DE İŞSİZLİĞİN NEDENLERİ İşsizlik, ülkelerin sosyo-ekonomik durumlarına göre farklılık gösterse de birçok ülkenin mühim sorunlarından bir tanesini oluşturmaktadır. Bu sorunun tahfif edilmesi hatta mümkünse bertaraf ettirilmesi, en büyük hedeflerden bir tanesidir. Çünkü birçok problemin referansı ve destekleyicisi, işsizliktir. Ölçümlü tariflere göre işsizlik, genel olarak piyasadaki karşılık seviyesinde çalışma istek ve gücünde olup iş arandığı halde iş bulunamaması durumu olarak kabul edilmektedir. Herhangi bir kişinin işsiz sayılabilmesi için bir işte çalışmıyor olması, iş arıyor olması ve cari ücret düzeyinde kendisine bir iş teklif edildiğinde bu teklifi kabul edecek olması gerekir. İş gücü sayısının oranıyla ekonomideki işsiz sayısı ile işsizlik oranı elde edilmektedir. İş gücü piyasalarının mühim göstergelerinden biri olan istihdam, dar çerçevede, çaba faktörünün inşa sürecine eklenmesi iken geniş çerçevede, tüm inşa faktörlerinin inşa sürecine katılması anlamı...

Türkiye'nin Kültürel Diplomasisi

1.        KÜLTÜREL DİPLOMASİ NEDİR? Kültür, bir toplumu, topluluğu ya da sosyal grubu karakterize eden, onu diğerlerinden farklı kılan maddi ya da manevi değerler bütünüdür. Bu değerler yalnızca sanat ya da edebiyatla sınırlı değildir; inanç, gelenekler, yaşam tarzı, temel insan hakları da kültürel değerin bir parçasıdır. Dil, düşünce, töre, taassup, semboller, törenler, kültürü oluşturan temel unsurlardır. Her kültür, eşsiz ve benzersizdir. Bir toplumun kendini ifade ediş biçimi şeklinde tanımlayabileceğimiz kültür, aynı zamanda kimliğin hem kaynağı ve yansımasıdır. Kültürel faaliyetler ise bir toplumun ayırt edici özellikleri, özgün ve benzersiz olduğu kadar diğer toplumlarla benzer yanlarını ve evrensel değerlerini yansıtmada etkili bir yöntemdir. Kültürü üreten, taşıyan, yaşatan da insandır. Dolayısıyla kültürel diplomasi insandan insana yürütülen bir faaliyettir. Kültürel diplomasi, Türkiye'nin kültürel ve sanatsal çeşitliğini ve zengin birikim...